14 Ağustos 2010 Cumartesi

The Sorcerer's Apprentice



Başarılı bir yaz eğlencesi...

Walt Disney ve Jerry Bruckheimer tarafından "yaz eğlencesi aksiyonları"nın bir numaralı yönetmeni ilan edilen Jon Turteltaub'un yeni filmi "The Sorcerer's Apprentice", daha önce aynen "National Treasure" serisinde yaptığı gibi başrolüne Nicolas Cage'i alan eğlenceli bir aksiyon filmi. Bende tam yaz konseptine uygun bir şekilde, Bodrum'daki tatilim esnasında bir yazlık sinemada izlemiş oldum filmi. Daha önce hiç yazlık sinemaya gitmemiş biri olarak, belki de bu yüzden film çok hoşuma gitti. "National Treasure" serisini pek beğenmesemde Turteltaub'un daha önce yaptığı "The Kid" ve "Phenomenon" efsanelerinden kalma umutlarım asla ölmemişti, ve sonunda -en azından- beni tatmin eden bir iş ortaya koydu yıllar sonra.

Hikayemiz çok öncelere dayanıyor, taa Merlin zamanlarına... Merlin'in 3 çırağından biri olan Balthazar, Merlin'in düşmanlarını matruşka bebeklerin içine hapsetmeyi başarır. Ancak çıkan kargaşanın içinde Merlin hayatını kaybeder ve ölmeden önce Balthazar'a, düşmanlarının başı Morgana'yı defetmesi gerektiğini ve bunu yapabilecek tek insanın onun soyundan gelecek olan biri olduğunu söyler. Balthazar'a ölmeden önce verdiği yüzük ise bu kişiyi bulduğu zaman onun parmağına oturacaktır. Balthazar, yıllar boyunca Merlin'in kanını taşıyan bu esrarengiz insanı arar durur, taa ki küçük bir çocuk tesadüf eseri ayağına gelip, yüzüğü parmağına takana dek... İşte macera buradan sonra başlar. Balthazar, matruşka bebeklere hapsettiği düşmanlarının, yanlışlıkla kaçmayı başaran Maxim Hovarth sayesinde dünyaya geri dönmeye başladıklarını öğrenir. Onları sonsuza kadar durdurmak için yapması gereken tek bir şey vardır; Merlin'in kanını taşıyan bu genç adamın ustası olmak ve onu Morgana'yı alt edecek kadar güçlü kılmak...

Filmin hikayesi, Turteltaub'un sevdiği gibi yine eski dönemlere dayanarak, modern hayatı birleştiriyor ve çok da güzel oluyor. Nicolas Cage ve Jay Baruchel ikilisi, beyazperdede uzun süredir görmediğimiz kadar komik bir ikili olmuşlar. Nicolas Cage'in oyunculuğuna artık alışsam da, Jay Baruchel'in doğallığına hayran kalmış bulunmaktayım. Filmin oyuncu seçimleri oldukça başarılı. Son dönemlerin en çok sevilen kötü adamı Alfred Molina (bkz. Dr. Octopus) ve filmin büyük sürprizi Monica Bellucci bir yaz eğlencesinden beklenemeyecek kadar iyi performanslar sunuyorlar. Hikayenin muhteşem işlenişi ve en ciddi anda bile patlayan yerinde espriler filmin her saniyesini zevkle izlemenizi sağlıyor. Turteltaub'un temiz yönetmenliği, fazla sanata bulaşmıyor gibi gözüksede bazı sahneler gerçekten nefes kesecek güzellikte. 

"Filmin kötü yanı yok mu?" diye sorarsanız, tabii ki var. Öncelikle bunun bir Walt Disney filmi olduğunu ve ne olursa olsun bizi mutlu bir sonun beklediğini unutmamak gerek. Ayrıca bu kadar iyi oyuncuya ve görselliğe para yatırdıktan sonra, sanki paraları tek bir şarkı almaya yetmişçesine filmde 3 kere One Republic'in Secrets şarkısının çalması biraz göze batıyor. Bunun dışında filmin kötü bir özelliğini bulmak zor.

"The Sorcerer's Apprentice" izlediğiniz en iyi film olmayacak tabii ki, ama şu sıcak yaz aylarında, klimalı bir salonda veya tatlı tatlı esen bir yazlık sinemada görülmeyi hakediyor. Basit ama iyi işlenen konusu, güzelliği detaylarda saklı olan diyalogları ve Cage/Baruchel komedisi filmi başarılı bir gişe serüveni yapıyor ve Turteltaub'un güzel işler ortaya koyabildiğini yeniden göstererek gülümsetiyor. Kaçırırsanız çok birşey kaybetmezsiniz ama kaçırmazsanız eğlenceli bir 2 saatin sizi beklediği kesin...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception

Nolan Harikalar Diyarında...



Geçen yıl izlediğimiz District 9’u saymazsak, bilim kurgu- aksiyon sinemasının son 10 yılına damgasını vuracak kadar heyecan verici ve zihin açıcı bir film izledim: "Inception".



Aslında "Inception"da ilk kez uygulanmış olan bir fikir yok! 60’lerin “ekip filmleri” şablonunu alıp, içine rüya katmanları arasında gezinerek fikir çalmak gibi bilim kurgusal bir hırsızlık fikrini katarsanız, ortaya bu hikâye çıkıyor. Ama işin arkasında uzun zaman önce dosta düşmana rüştünü ispatlamış, sakallı biraderleri (Spielberg, Lucas) Anılar 9 albümüne postalamış, son büyük hikâye anlatıcılardan Christopher Nolan gibi bir yönetmen varsa, ortaya Türkiyelilerin sinemaya gitmekten imtina ettiği Temmuz sıcağında bile mutlaka görülmesi gereken bir film çıkıyor.



Başlangıç, hepsi işinde uzman bir fikir çalıcılar takımının, aralarına katılan yeni yetme ama umut vadeden bir rüya inşacısı ile birlikte bu defa fikir çalmak yerine fikir enjekte ederek, tekelleşme yolunda dev adımlarla ilerleyen bir şirketi çökertmeye çalışmalarını anlatıyor, ama ne anlatmak… Yüksek bir noktadan başlayan aksiyon ve gerilimin giderek daha da çoğaldığı, tırnaklarınızı yiyerek seyredeceğiniz 148 dakikalık müthiş bir görsel labirent bu…



Christopher Nolan, senaryosunu, yere göğe sığdırılamayan ama benim ilkokul piyesi bile yazdırmaktan çekineceğim popüler Hollywood senaristlerinin aksine, seyircinin geri zekâlı olmadığını varsayarak yazmış ve iyi yapmış. Amerikan TV’leri bir sürü zeki dizi ile dolup taşarken, iyice aptallaşan ve lunapark eğlencesine dönüşen Kuzey Amerika sinemasının bu tür dokunuşlara şiddetle ihtiyacı var. Giderek yükselen aksiyonun kahramanlarımız rüya katmanlarında bir alt seviyeye indikçe olay örgüsünü anlamayı bir miktar güçleştirdiğini kabul ediyorum ama Nolan’ın üst seviye yönetmenliği finale giderken her şeyi basitleştiriyor ve duru ve tüm hikâyeyi benimsemiş bir şekilde filmden çıkmanızı sağlıyor. “Rüya katmanları arasında ki zaman farklılaşmaları” ve “farkındalık yaratan totemler” gibi fikirler filmi çok daha lezzetli kılmış.



İlerleyen yaşı sebebiyle olsa gerek, bebek yüzlü karakter oyuncusu olmanın lanetinden sıyrılan Di Caprio ise "Shutter Island"ın sanrılarından idmanlı bir şekilde rahat ve inandırıcı oynuyor. Ona eşlik eden oyuncular arasında önce çıkanlar ise Juno’dan tanıdığımız Ellen Page ve çok beğendiğim Japon aktör Ken Vatanabe oldu. Batman Begins’in “Scarecrow”u Cillian Murphy ise bir Nolan filminde daha gayet başarılı bir şekilde işadamı Robert Fischer karakterine hayat veriyor. 



Bir bilim kurgu filminin en çok ihtiyacı olan şey belki de görsel efektler… Burada da Double Negative ve Plowman Craven & Associates devreye giriyor ve ILM ya da Zeta’nın işlerini aratmayan fakat filmi CGI’a da kurban etmeyen temiz ve inandırıcı bir işe imza atıyorlar. Leonardo Di Caprio’nun oynadığı başkarakter Cobb ve eşi Mal’ın yarattığı rüya dünyası sekansları özellikle görülmeye değer. 



Hans Zimmer, bu dünyadan olmadığına inandığım bir müzik dâhisi ve çok inandığım, “iyi filmlerin, iyi müzikleri vardır…” kuralına uygun düşecek şekilde, en beğendiğim işi olan "Gladiator"ü bile aşan bir film müziği çalışmasına imza atmış burada. 


Uzun zamandır böyle şeyler yazmıyorum ama diyeceğim o ki, ne yapın, edin "Inception"ı görün! Aksi takdirde yıllar sonra bile hatırlanacak ve seyredilecek olan bir modern kültü sinemada izleme şansını kaçırmış olursunuz. İçerdiği sinematografi ile asla küçük ekrana sığmayacak kadar görsel ve zihinsel bu deneyimi kaçırırsanız yazık olur.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Antichrist

Sinemanın gücünü hissetmek...


Uzun süredir boşladığım bloguma geri dönüş yaptırtacak bir film oldu "Antichrist", çünkü öyle bir film ki, hakkında gerçekten bir kaç şey söylemek gerek. Lars von Trier sinemasının en sadık takipçilerinden biri olarak, aylar önce elime geçmesine rağmen, vizyona girmesini bekledim filmi izlemek için. Hoş, vizyona girme ihtimali bile vermiyordum ama sevgili distribütörlerimiz "Deccal" diye alakasız bir şekilde filmi çevirip, sinemayı bir eğlence olarak gören insanlara "bakın, yeni korku filmi geldi" reklamı yapmak istemişler belli ki. 

Filmden bahsetmeden önce, biraz Lars von Trier'den bahsetmekte yarar var. Kendisi benim için çok önemli bir yönetmen, Kubrick'ten sonra sinema yapmak istememin ikinci sebebi. Onu bazılarımız bir Stephen King eseriymiş gibi lanse edilen "Kingdom Hospital" ın orjinali olan, 6 bölümlük efsane dizi "Kingdom" ya da orijinal adıyla "Riget"ten tanıyor. Zamanında Digiturk kanallarında döne dolaşa verilen bu dizi, Lars von Trier'in stilize sanatının gerçekten çok küçük bir örneğiydi ve tekrardan gerilim unsurlarına uzun süre geri dönüş yapmamıştı. Bazılarımız ise onu "Dogville"den tanıyor, Nicole Kidman'lı sinema-tiyatro karışımı deneysel bir sinema örneği olan "Dogville", Lars von Trier'in karmaşık zihnini, geniş kitlelere açtığı film oldu belki de. Björk'ün başrolünü oynadığı "Dancer in the Dark"ı ve eski filmlerinden "Europa"yı da unutmamak gerek... Lars von Trier, hala hayatta olan ve film çekmekten vazgeçmeyen efsane yönetmenlerden biri. "Antichrist" ise onun geç gelen başyapıtı.

"Antichrist" öncelikle yönetmenin artık dogma felsefesinden tamamen koptuğunun bir ilanı... Anlatımının bu kadar stilize olması başka türlü açıklanamaz herhalde... Oyuncu seçiminden başlayarak üretilmiş olan anlam çok dağınık ama bir yandan da çok güçlü... The Last Temptation of the Christ'ın "İsa"sı William Dafoe, burada da kurban edilmek istenen ama buna direnen erkek İsa kompoziyonu ile karşımızda...

Altmetinlerden arınmış konusunda, çocuklarını bir kazada kaybettikten sonra karısının yaşadığı travmayı atlatması için ona yardımcı olmaya çalışan bir adamın, karısıyla birlikte doğanın içinde kaybolmuş bir eve gelişi ve devamında gelişen olayları anlatan film bir yandan da bambaşka bir anlam üretmekte...

Keder, acı, umutsuzluk ve üç dilenci kısımlarıyla dört bölümden oluşan filmde kadının yaşanılan trajediden önce eski çağlarda erkekler tarafından yapılan dişi kıyımlarını araştırması ve tarih boyunca kadına ait cinsel hazzın erkekler tarafından lanetlenip cezalandırılması olay örgüsünün kilidi durumunda... Kadın bu defa cinsel bir birliktelikte erkeği ve ondan sahip olduğu (yine bir erkek) varlığı cezalandırmakta, daha sonra tüm cinsel gerilimini bu anın imgeleriyle boşaltarak zevk almanın kötücül yanını keşfetmekte ve en sonunda, ancak Pasolini filmlerinde rastlanabilecek kadar rahatsız edici bir sahnede, kendi cinselliğini yokederek erkeğin kadını cezalandırma gücünü de kendine geçirmekte... Bunu yaparken doğanın ona hep yardım ediyor oluşu da Adem ve Havva'nın Cennet'ten kovuluş efsanesindeki gibi kötülüğün dişi olandan (Havva) ve doğadan (elma, yılan) geldiğini betimliyor. Filmin tamamına sinmiş gibi görünen kadın düşmanı bakış açısının da aldatıcı olduğunu, erkeğin kadının tedavisini ehil kişilere bırakmayıp kendisinin üstlenmesinden, yüzyıllar boyunca genetiğimize kodlanmış kadını şeytanlaştırma eğiliminin yine erkeğin kadına ve doğasına yaptığı engeller yüzünden oluştuğunu anlatmak istediğini düşünüyorum. 

"Antichrist" izleyici dostu bir film değil. Pek çok kişinin midesinin kaldırmayacağı sahneler, fazlasıyla cürretkar bir cinsellik içeriyor film. Hollywood mucizesi bir korku filmi izlemek için salona girdiklerini düşünen insanlar (başta bahsettiğim o kötü çeviri olayından dolayı) filmin ne kadar kötü olduğundan dert yanarak salondan çıktılar. Lars von Trier'in sineması, herkesin anlayabileceği veya kaldırabileceği bir sinema değil. Ama zaten sinema dediğimiz şey aslında bu. Çılgın romantik/komediler, her yerinde farklı ekipmanlar olan yaratıklar ve epik destanlar seviyorsanız, sinemayı bir sanat olarak görmeyecek kadar sığ bir insansanız lütfen bu filmi izlemeyin. Gerçekten sinemanın gücünü hissetmek, suratınıza her planda ayrı bir tokat yemek ve hayatınızda yaşadığınız hiçbir tecrübenin sizi sarsmadığı kadar sarsılmak istiyorsanız, bu film tam size göre...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Aşk Ölmez

Doğuş Üniversitesi Liselerarası Kısa Öykü Yarışması 1.lik ödülü almıştır efendim, buyursunlar...


İstiklal Caddesi’nde yürüyor, saat gecenin bilmem kaçı… Aniden üstüne çullanan tinerciler önce cüzdanını istiyorlar ondan, vermiyor. Telefonunu istiyorlar, onlara vermek yerine telefonu uzak bir yere fırlatıp, attığı yeri işaret ederek istiyorlarsa gidip almalarını emrediyor. Karnına bir bıçağın girmesiyle vücudu kasılıyor aniden. Bıçağın içinde yavaşça döndüğünü hissediyor. Tinercilerin kaçmasıyla yere yığılıyor. İstiklal Caddesi bomboş, ona yardım edecek kimse yok. Kan kaybı…

“Beyefendi!”
Ambulansın sesi duyuluyor. Tinerci çocuklar haber vermiş olmalı ama artık çok geç. Her şeyin bitmesine saniyeler kaldı…

“Beyefendi, buyurun kahveniz.”

Kendisine kim bilir kaç dakikadır “beyefendi” diye yüksek sesle bağıran kasiyer kızın ona doğru uzattığı kahve geldi gözünün önüne aniden. Karton bardağı tutarken, kızın eline değen elini yavaşça çekerek kahvesini aldı, teşekkür etti ve oradan acelesi varmış gibi görünmeden çıkmaya çalıştı. Kız ne düşünmüştü onun hakkında acaba? Karşısında aniden boş gözlerle ona bakan müşterisini görünce aklına gelen ilk şey ne olmuştu? Büyük ihtimalle müşterisinin, onun ölmeden önceki son dakikalarını gördüğünü düşünmemişti. Deli olduğunu ve akıl hastanesinden kaçıp kahve almaya geldiğini bile düşünebilirdi ama, onu ölüme götürecek bıçağı gördüğünü asla düşünemezdi.

Ona dokunmamak için o kadar da uğraşmıştı halbuki, ama nafile. Bir sabah daha başlamıştı ölümle. Başkasının son çığlıklarıyla. Onun bunu durdurmak için hiçbir şey yapamamasıyla. Bu, onun lanetiydi. Bazıları buna bir yetenek veya bir güç diyebilirdi ama onun için bir lanetti. İnsanlara ilk dokunuşunda ölmeden önceki son dakikalarını görmek bir yetenek veya bir güç olamazdı.

İşyerine varmıştı. Kapıdaki güvenlik görevlisi onu fark etmedi.
Kalp krizi.

Genel müdür yardımcısı dün gece içkiyi yine fazla kaçırmış olmalıydı. Her an kusacakmış gibi tuvalete koşuyordu.
Alkol koması.

Ve tabii ki olmazsa olmaz çaycıları yine masalardan boş bardakları topluyordu.
Trafik kazası.

Masasına oturduğunda en azından bu sabahı sadece bir ölümle atlattığına sevindi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra bilgisayarını açtı. Bilgisayar açılır açılmaz bir uyarı sesi ona yeni bir e-posta geldiğini bildirdi. Okuduklarına göre, bölüm müdürü tatile çıktığı için başlarına geçici bir görevli atanmıştı. Saat 9’da yeni müdürle bir toplantı yapılacaktı. Saatine baktı. Toplantı tam iki dakika sonra başlayacaktı. Yerinden hızla kalkarak, onun masasına iki dakikadan daha uzak bir mesafede bulunan toplantı odasına doğru koşmaya başladı. Kapıyı çalmayı unutup içeri girdiğinde, masasının arkasında ayağa kalkmış bir şekilde konuşma yapan kadın sustu. Geçici müdür o olmalıydı.

“Toplantıya hoş geldiniz” dedi kadın alaycı bir ses tonuyla. “Ben yeni müdürünüz, Selma. Sizin adınız neydi?”

Kadının ona uzattığı eli sıkmak istemiyordu. Bir müdürden çok, bir mankene benzeyen yeni müdürleri ile daha ilk günden takışmak istemediğinden elini yavaşça kaldırıp, kadının elini sıktı.
Araba hızla otoyolda ilerliyor. İçerisi oldukça karanlık, adamın yüzü çok fazla seçilmiyor ama sinirli olduğu belli. Müdür, arabayı süren adamla hararetli bir tartışma içerisinde. “Sen delisin” diye bağırıyor. “İndir beni”. Adam inatla daha fazla gaza basıyor. Radyodan düşük sesli cızırtılar geliyor. Müdür, büyük bir bandajla sarılmış eline bakarken adamın kararlı sesini duyuyor. “Bu olmak zorunda” diyor adam, “Artık geri dönüş yok.”Birdenbire arabanın ön camı tuzla buz oluyor. Adamın suratına patlayarak açılan hava yastığı, müdürün tarafında açılmıyor. Arabanın sürüklenmesi sona erdiğinde sıcak asfalt üstünde yatıyor müdür. Gözleri kapanmadan önce adamın suratını görüyor. O adam…

“Benim” dedi gözlerinin önünden aniden yok olan görüntüyü tamamlamak istercesine.

“Pardon?”

“Şey… Benim adım Fuat. Bilgi işlem bölümünün başındayım.”

“Pekala Fuat Bey, bugün biraz dalgınsınız galiba? Buyurun sizde oturun, başlayalım”

Terliyordu. Durmadan terliyordu. O kadınla, o arabada ne işi vardı? Konuşmalarına bakılırsa kadını ölüme kendi elleriyle götürüyordu. Nasıl birini öldürebilirdi ki, kimdi bu kadın? Üstelik kullandığı arabayı hayatında hiç görmemişti. Kendi arabasına hiç benzemiyordu, yepyeniydi. İnsanların nasıl öleceklerini görmeye alışmıştı ama, birisini öldüreceğini görmek çok farklıydı. Kafasından binlerce düşünce geçiyordu. Kadına neler olacağını söylemeliydi. Ama nasıl yapabilirdi ki bunu? Onu öldüreceğini nasıl söyleyebilirdi? Kadının kaçması gerekiyordu. Hem de hemen gitmesi gerekiyordu buralardan.

“Toplantı bitmiştir arkadaşlar, hepinize iyi çalışmalar.”

Herkesin odadan çıkmasını bekledikten sonra kadının masasının önünde doğru yürüdü. Ne söyleyeceğini gerçekten bilmiyordu.

“Selma Hanım…”

“Buyurun?”

“Sizinle biraz konuşabilir miyiz… Özel.”

“Çok isterdim Fuat Bey ama şu an gerçekten işim başımdan aşkın. İş çıkışına kadar bekleyemez mi?”

“Tabii…” dedi. “Bekleyebilir.”

Bekleyemezdi, ama belli ki beklemek zorundaydı. Biraz önce gördüklerini, yanan demir kokusunun, kadının sarılı elini ve sıcak asfaltta yatan vücudunu gözlerinin önünden silmeye çalıştı. İşine odaklanmalıydı. Akşam olana kadar uğraşacak bir şeyler bulmalıydı.

Bilgisayar kullanmayı asla öğrenemeyen sekreteri ona uğraşacak işler vermekte gecikmedi. Bir cümle yazarken bile bilgisayarı çökertebilecek kadar yetenekli olan bu kadını en yakın zamanda işten atmalıydı. Böyle şeyleri asla beceremezdi. Birini işten atmak, kalbini kırmak… Belki de o yüzden bu kadar uzun süre yanında çalışmasına izin vermişti. Kimseye zarar veremeyen bu adamın kalkıp birini öldüreceği gerçeği onu dehşete düşürdü. Sürekli yeni hatalar veren bilgisayarın başında ter dökerken odaklandığı şey işi değildi, olamazdı. Bilgisayarın ekranından yansıyan suratına arada sırada göz ucuyla bakıyor ve kendisinden utanıyordu.

Saat akşam 5’e yaklaşıyor, ofis gittikçe boşalıyordu. Müdürle yüzleşmesine çok az kalmıştı. Biraz heyecanlı, biraz da tedirgindi. Doğduğundan beri onunla birlikte olan bir laneti, daha yeni tanıştığı bir kadına nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Ofiste kendisinden ve müdüründen başka kimse kalmayınca onun odasına doğru tedirgin adımlarla yürümeye başladı. Kapısını çaldı.

“Ah, Fuat” dedi kadın onu görünce. “Bak ne diyeceğim. Sabahtan beri bu işlerle uğraşmaktan su bile içemedim. Buraya yakın güzel bir yer biliyorum. Yemek yerken konuşsak?”

“Aslında o kadar da uzun bir şey değil söyleyeceğim…” diyecek oldu ama müdürü onu durdurdu.

“Ya gel güzel bir yemek yiyelim işte! Hem sizleri de tanımak istiyorum zaten.”

“Pekala” dedi başka şansı olmadığını anlayınca. İşyerinin karşısında, daha önce bir kere bile görmediği bir restorana oturup, daha önce hiç adını bile duymadığı yemeklerin olduğu menüden, daha önce hiç yemediği bir yemek söyledi.

“Ee ne konuşmak istiyordun benimle? Anlat bakalım.”

“Ben… Nasıl anlatacağımı bilmiyorum aslında…”

“Çekinmene gerek yok” dedi gülümseyerek. İşyerindeki dominant havasından eser yoktu. “Bana her şeyi anlatabilirsin.”

Ne demesi gerekiyordu ki?

“Bir gün seni öldüreceğim.”

Hayır, böyle olmazdı.

“Bir araba kazasında öleceksin.”

Hayır, hayır…

Düşünceleri kadının güçlü çığlığıyla bölündü aniden. Herkes dönüp onların oturduğu masaya baktı.

“Dikkat etsenize ya!” dedi müdürü kanlar boşalan elini tutarak. “Ne biçim garsonsunuz siz!”
Müdür, büyük bir bandajla sarılmış eline bakarken adamın kararlı sesini duyuyor…

Garson binlerce özür diliyordu ama tabii ki dilediği özürler elindeki tepsiden düşürdüğü bardağın kan içinde bıraktığı elin iyileşmesini sağlamıyordu. Büyük bir cam parçası eline saplanmıştı kadının.

“İyi misin?” diye sordu Fuat endişeyle.

“Sence?” dedi kadın ona sinirle bakarak.

Kimin çağırdığı belli olmayan ambulansın içinden çıkan sağlık görevlileri onu profesyonelce ambulansa taşıdılar. Ambulansın arkasına onunla birlikte binen Fuat, orada olup olmaması gerektiğini kestiremiyordu.

“Bu arabamın anahtarı” dedi kadın acı dolu suratıyla ona bakarak. “İşyerinin otoparkından al, hastaneye gel. Ehliyetin var değil mi?”
Araba hızla otoyolda ilerliyor…

“Var…”

Şoförden hangi hastaneye gittiklerini öğrendikten sonra işyerinin otoparkına doğru koştu. O arabaya binmemeliydi. Ama binmezse nasıl açıklardı neden onu hastaneden alamadığını. Arabasının markasını bile bilmiyordu. Otoparkın ortasında durup, elindeki anahtarın üstündeki açma tuşuna bastı. Otoparkın arkalarından, lüks bir arabadan açıldığına dair uyarı sesi geldi. Arabaya doğru koştu ve çabucak içine oturdu. Bu o arabaydı, gördüğü araba. Anahtarı kontağa soktu ama çevirmedi. Düşünmesi gerekiyordu. Vakti var mıydı? Bunu engellemek için yapabileceği bir şey var mıydı? Belki birkaç saat sonra, bu arabayla öyle büyük bir kaza yapacaktı ki. Artık kadına onu öldüreceğini ve kaçması gerektiğini söylemesi bir şeyi değiştirmezdi. Onu öldürmeliydi. Laneti ona bunu emrediyordu. Arabayı çalıştırıp hastaneye doğru sürmeye başladı. Düşünmek istemiyordu artık. Düşünecek bir şey yoktu. Hastanenin kapısında onu elinde büyük bir bandajla bekliyordu kadın.

“Beceriksiz herif” dedi sinirli sinirli. “Bir daha asla orada yemek yemeyeceğim.”

Cevap vermedi. Nereye süreceğini bilmiyordu. Kadının bir şey söylemesini bekliyordu, ama onun yaptığı tek şey garsona küfürler saydırmaktı. Otoyolu yarıladıklarında aklına geldi eve gidiyor olduğu.

“Nereye gidiyorsun sen? Ulus’ta oturuyorum ben”

“Gideriz…”

“Bu yoldan Ulus’a gitmeyi nasıl planlıyorsun acaba?”

“Gideceğim işte, sus iki saniye…”

“Ne diyorsun sen be?”

“Bu arabadan ikimizde inemeyeceğiz! Mutlu musun? Sana söylemek istediğim şey buydu!”
Adam inatla daha fazla gaza basıyor…

“Nasıl yani ya?!”

“Bak benim bir yeteneğim var tamam mı. İnsanların nasıl öleceğini onlara dokunduğumda görebiliyorum…”
Radyodan düşük sesli cızırtılar geliyor…

“Sen delisin!” diye bağırdı. “İndir beni!”

“Bu olmak zorunda” dedi repliğine iyi çalışmış bir oyuncu gibi. “Artık çok geç”

Arabanın kontrolünü birdenbire kaybetti. Her şey film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Camın kırılması, kadının hava yastığının açılmaması. Birdenbire her şey bitti. Her yer simsiyahtı. Saatler, aylar, belki de yıllar geçti. Gözlerini açtı sonunda. Çevresindekileri tam seçemiyordu ama iki kişi olduklarını anladı. Birinin üstünde beyaz bir önlük vardı.

“Günaydın” dedi uyandığını görünce. “Adınızı hatırlıyor musunuz?”

“Fuat…” dedi zar zor. “Neler oldu?”

“Bu kadının kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu diğer adam elindeki fotoğrafı göstererek. Kendisinin ve müdürünün bir fotoğrafıydı bu. Ama işin garip kısmı bunun bir düğün fotoğrafı olmasıydı.

“Benim kim olduğumu biliyor musun?” dedi beyaz önlüklü adam. “Ben senin doktorunum”

Hatırlamıyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. O kadının gelinliğin içinde ne işi vardı? Ve ne zaman evlenmişlerdi… Bilmiyordu.

“Yanımda Selma vardı… O nerede?”

“Yanınızda kimse yoktu Fuat Bey” dedi doktor. “5 yıl önce vardı, ama bugün yok.”

“Nasıl yani? Araba nerede? İşyerine gitmem gerekiyor…”

“Bu odadan çıkmayacaksınız Fuat Bey” dedi doktor. “Zaten hiç çıkmadınız.”

“Ne diyorsunuz siz? Dışarıdaydım ben… Birini öldürdüm!”

“Elinizi açın” dedi doktor. Onun dediğini yapmaktan başka bir şansı yoktu. Elini açtığında, çok fazla sıkılmaktan buruş buruş olmuş bir gazete kağıdı gördü. Bir 3. Sayfa haberiydi bu. Ölüm, dehşet ve aşk…
Düğünden sonra yoldan çıkan araba gelini öldürdü…

“Ben gidiyorum” dedi doktor gülümseyerek. “Birkaç saat sonra tekrar kahveni alacaksın, işyerine gideceksin ve müdürünü öldüreceksin. O yüzden, görüşmek üzere.”

Doktor odadan çıkarken gazete kağıdını tekrar eline aldı ve avucunu kapattı. Gözlerini kapattı, düşünmek istemiyordu. Üstüne bir ağırlık çöktü. Her yer yeniden simsiyah oldu. Uzaktan boğuk bir ses duyuyordu. Ses giderek netleşti…
“Beyefendi, buyurun kahveniz.” 

8 Mart 2010 Pazartesi

Daybreakers

Güzel ütopya, eksik senaryo...

The Spierig Brothers'ın "Undead"den sonraki yeni filmi "Daybreakers" güçlü oyuncu kadrosuyla dikkatimi çekti ilk başta. "Alice in Wonderland" e çocuk filmi muamelesi yapılıp da her yerde türkçe dublajlı vizyona sokulması üzerine gidilebilecek eli yüzü düzgün tek film bu gibi gözüküyordu. Açıkçası "Twilight" ın yeniden başlattığı vampir sineması furyasından sonra vampir filmlerine biraz önyargılı yaklaşmaya başlamıştım. Ama "Let the Right One In" beni hayal kırıklığına uğratmadığından hala bu konuda güzel filmler ortaya çıkabildiğini anladım ve "Daybreakers" a büyük umutlarla girdim. Belki de yaptığım en büyük hata buydu.

Ethan Hawke ve Willem Dafoe'lu güçlü kadrosuyla "Daybreakers" 2019 yılında geçen bir vampir hikayesi. Neredeyse tüm dünyanın vampir olduğu bir dönemi anlatan film, insanların tükendiği ve kanın yerini dolduracak yapay kanın bulunmasının zorunlu olduğu bir kriz ile başlıyor. Yapay kanı bulmaya çalışmanın yanı sıra gizli gizli insan ırkının son mensuplarını yakalayıp, zengin müşterilerine gerçek kan verme uğraşında olan bir şirketin çalışanı olan Ethan Hawke'ın dönen dolapları anlaması çok güç olmuyor. Sonunda bir vampir olarak, bu insan avından kaçmaya çalışan bir grubun arasında buluyor kendini. Ancak bu görev için kendini yırtan kardeşi ve şirketin çılgın müdürü peşindeyken işi çok da kolay olmuyor. Willem Dafoe'nun başını çektiği bu insan grubuyla birlikte vampirleri, insanlığa geri döndürmek için bir tedavi yöntemi bulan Ethan Hawke bu tedavi yöntemini vampirlere de bildirmek isteyince işler karışıyor...

"Twilight" ın eşcinsel vampir görüşünün yanında, "Daybreakers" köklere geri dönüş yapmasıyla dikkat çekebilir. Ancak falso verdiği tek nokta vampirlerin patlayarak ölmesi. Bu değişik vampir yorumları benim canımı sıkmaya başladı artık. Nerede kaldı o Nosferatu'lar, The Lost Boys'lar ve The Interview with the Vampire'daki klasik vampirler? Niye vampirleri tekrar yorumlama gibi bir uğraş içine girdiklerini anlamıyorum insanların. Yani bu belli özelliklere sahip, fantastik bir ırktır sonuçta. Bu özellikleri yorumlama ihtiyacı niye güdüyor ki insanlar? Anlamıyorum.

Spierig kardeşlerin yarattığı ütopya gerçekten tadından yenmez olmuş. Gündüz korunma sistemine sahip arabalar, vampirlerin doğası düşünülerek yapılan evler, binalar ve alışveriş merkezleri, o düzende oluşturulmuş evler... En ince detayına kadar düşünülmüş bir ütopyayla karşı karşıyayız ve bu gerçekten filmi kült haline getirebilecek derecede iyi yansıtılmış filmde. Filmin başı ve ortaları gayet hareketli ve orjinal geçsede, sonu çok klasik ve havada bitiyor. "Daybreakers 2" gelecek mi bilmiyorum ama o kadar aksiyondan sonra bu kadar soru işaretli ve anlamsız bir son yapmak gerçekten olmamış. Bu yüzden senaryosu eksik bir film diyebiliriz.

Filmin görüntü yönetmeni gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Her sahnenin detayları, ışıkları ve vermesi istenilen duygu çok ince düşünülmüş.

Ayrıca Ethan Hawke'ın canlandırdığı Edward karakteri bence "Twilight" ın Edward'ına açıkça bir dokundurma. Ve o kadar güzel bir dokundurma ki ayakta alkışlanması lazım. "Vampir öyle olmaz, böyle olur" demişler resmen. Ethan Hawke, Willem Dafoe ve Sam Neill muhteşem oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. Film minimalist diyologlar ile ilerlese de bir an bile seyirciyi sıkmamasıyla da bir artı puan daha kazanıyor.

"Daybreakers" izleyebileceğiniz en iyi vampir filmi olmasa da kesinlikle görülmeyi hakediyor. Yarattığı ütopyayı vampir seven, sevmeyen herkesin tecrübe etmesi gerektiğini düşünüyorum. Senaryoda eksiklikler olsa da, Ethan Hawke ve Willem Dafoe'nin döktürdüğü bir çok sahneyi izlemek için bile verdiğiniz paraya değecek bir film. Gidin, görün. Pişman olmayacaksınız. 

29 Ocak 2010 Cuma

Ada : Zombilerin Düğünü

"Biz düğündeydik ya..."

1970 yılında çekilen "Ölüler Konuşmaz Ki" yi saymazsak (ki sayılacak gibi değil) Türk sinemasının ilk zombi filmi "Ada". En baştan söyleyeyim de içimden atayım, film beni bir hayli etkiledi. Salona girmeden önce gerçekten böyle bir filmle karşılaşacağımı bilmiyordum. Hele hele posterin üstüne yapıştırılan "korku-komedi" ibaresi, beni daha filme girmeden korkuttu. Yine kötü, klişe bir komedi adabıyla çekilmiş, çalıntı bir film bekliyordum. Ama gelin görün ki, işler beklediğim gibi yürümedi...
Film, "The Blair Witch Project" ten beri, düşük bütçesi olan sinemacıların hatalarını kapamak için başvurdukları yöntem olan (J.J Abrams'ın "Cloverfield"ini saymazsak) "el kamerasıyla çekim" mantığıyla ilerliyor. Bir arkadaşlarının Büyükada'daki düğününe gitmek için yola çıkan bir arkadaş grubunun içindeki gönüllü düğün kameramanının merceğinden izliyoruz bütün filmi. Gittikleri düğünü bir anda zombiler basınca, iş bir hayli değişiyor tahmin ettiğiniz üzere...
Filmin sağlam bir konusu yok, eyvallah. Ama o kadar muhteşem bir doğallığı var ki... Türk yönetmenlerin "türkler olsa ne yapardı" konulu çektikleri filmlerin hepsine bir cevap niteliğinde olmuş adeta. Arkadaşların ilişkileri, tepkileri... Özellikle Ozan Ayhan'ın hakkını vermek gerekiyor. Adam sanki gerçekten olayın içindeymişçesine oynamış ve bir an bile fire vermiyor oyunculuğu. Sadece o değil, bütün oyuncular için bu geçerli.
Film sadece korkuya ve komediye değil, bir sürü yere de el atıyor ve her el attığı konuda başarılı oluyor. AKP yönetiminden tutun da, Fenerbahçe'nin ünlü oyuncusu Guiza'ya kadar yapılan manşet muhabbetleri mi istersiniz, saf bir aşk hikayesi mi... Filmin içinde hepsi mevcut.
Aslında filmi izlerken içinizden şunu diyorsunuz; "Evet, benim başıma gelse, bende böyle yapardım." Filmdeki karakter çeşitliliği ve el attığı konuları, diyalogları unutmayan senaryo yapısı filmin en büyük başarısı.
"El kamerasıyla çekim" tekniği bana düşündürdüğü gibi, size de bir "Quarentine'den çalmışlar" ya da "Paranormal Activity mi lan bu?" sorularını düşündürebilir. Ama gelin görün kü, aklınıza gelen her soru filmin muhteşem akışıyla kafanızdan silinecek.
Filmde gördüğümüz yüzlerce zombi, Türkiye'nin "zombisever"leri tarafından canlandırılmış. Bu sinema dalını takip eden insanlar gönüllü olarak filmde oynamışlar. Zombilerin makyajları ve gerçekçilikleri ise bir o kadar göz kamaştırıcı. 
Filmin süresi de, kameramanımızın kasedinin süresiyle sınırlı olduğundan, öyle derin bir konu, muhteşem bir final beklemeyin sakın filmden. Zaten film size bunu vermeyeceğinin sinyallerini veriyor. İlk filmlerinde, düşük bütçelerinden gocunmayıp eksiksiz bir film ortaya koyan genç yönetmenlerimiz Murat Emir Eren ve Talip Ertürk'ün de hakkını vermek lazım. Bu film umarım iyi bir gelir sağlar onlara da, zekalarını ve sinemalarını daha ileride de bize gösterebilirler...
Filmin sürpriz konukları arasında usta oyuncu Taner Birsel ve "Hatırla Sevgili"den hatırlayacağımız, bayağı bir geyik konusu olan zombimiz Cansel Elçin var. Konuk oyuncular ve ara hikayeler filme çok iyi serpiştirilmiş gerçekten.
"Ada", derin bir hikayeye yönelmekten çok, hayatta kalma duygusuna, zor zamanda içinde bulunulan psikolojik durumlara parmak basmış ve "Türk zekası" dediğimiz şeyi tıpkısının aynısı bir gerçeklikle beyazperdeye taşımış bir film. Hatta karakterler o kadar bizden, film o kadar gerçekçi ki, filmin yarısında salona tekrar geri giderken, hangi filmde olduğumuzu soran görevliye; "Biz düğündeydik ya..." diye bir cevap yapıştırmama sebep olmuştur bu gerçeklik. Espri falan yapmak değildi niyetim, sanki gerçekten o düğündeydim ben...

26 Ocak 2010 Salı

9


Büyüklere animasyon

Sinema dünyasının 2 büyük dahisini prodüktör olarak arkasına almış, yönetmen koltuğuna daha ilk uzun metraj filmini çekmeden "son 10 yılın en çok gelecek vaad eden yönetmeni" ünvanını üstüne yapıştırmış Shane Acker'ı oturtturan bir animasyon "9". Bunun belki de en büyük sebebi, "9" un 2005 yılında yine Shane Acker tarafından hayata geçirilen bir öğrenci projesinden, en iyi kısa animasyon dalında Oscar'a aday gösterilmesine kadar giden bir serüven. Bakalım "9" neymiş, niye bu kadar ilgi toplamış...
İlk önce söylemem gereken bir şey var ki, kesinlikle küçük izleyicilere yönelik bir animasyon filmi değil "9". Dokundurduğu yerler ve verdiği mesajlarla çok geniş bir konsepte oturtmaya çalışmış kendini. Ama becerebilmiş mi, orası şüpheli işte.
Orwell ve Huxley'nin "gerçekleşmesi istenmeyen ütopyaları"na sırtını dayayan "9" un senaryosu kısaca şöyle bir ortamda ilerliyor; Bir bilim adamının yaptığı çalışmalar sonucunda, makinelere gerçek bir düşünme mekanizması sağlamasıyla makineler çoğalmaya ve kontrolden çıkmaya başlıyorlar. Bunun üzerine bilim adamımız, tüm insanların yok edilmesinden sonra makinelerin durdurulabilmesi için 9 tane bez bebek üretiyor. Bu 9 bebeğin de anlamı ve görevleri başka... 1; bu popülasyonu korumak için, 2; onlara ilham vermek için, 3 ve 4; onlara öğretmek için, 5; yol göstermek için, 6; yönetmek için, 7; savunmak için, 8; himaye altında tutmak için ve son olarak ana karakterimiz 9 ise onları kurtarmak için görevlendirilmiş. Bu düzende her şey yolunda gidiyor, taa ki 9 dünyaya ayak basana dek...
Koruyucuların kabul görmemesi, ütopyalar ve makineleşme üzerine söyleyecekleri var filmin, ancak bunlar belki de tamamen filmi uzatmak için yapılan şeyler. Tahminimce, kısa animasyon "9" un başarısı üzerine, Tim Burton ve Timur Bekmambetov'un da parayı bastırmasıyla ortaya verilen süre içinde yeni bir fikir atamayan Acker'ın, "Hadi şu 9'u uzun metraj yapayım" isteğinden kaynaklanan bir boşluk var filmde. Filmin, oldukça kısa bir süresi var üstelik. Söylemek istediği şeyler hakkında gerçekten bir fikri olduğunu sanmıyorum genç yönetmenin, yoksa kısa metraj "9"un, zorla uzatılmış bir versiyonu gibi gözükmezdi bu film.
Yaklaşık 1 saat 15 dakikada, şu ana kadar bildiğiniz tüm düşüncelerden, toplum yapılarından ve ütopyalardan dem vurmaya çalışan "9", gişe yapacağı daha proje aşamasında belli olduğundan çok derine inmemiş ve inmekten korkmuş belli ki. Bu yüzden filmin değeri gözümde bir hayli düşüyor.
Filmin animasyon olarak başarısı ise gerçekten harikulade. "Disney animasyonu" klişesini aşıp, kendi görselliğini ve dilini yakalayabilen çok az animasyondan biri olmuş "9". Bu konuda sınıfı hakkıyla geçiyor.
Seslendirmelere gelince, "9"u, biricik Frodo'muz Elijah Wood'un seslendirmesi bir hayli hoş olmuş. John C. Reilly ve Jennifer Connely gibi tanıdık simaların sesleriyle hayat verdikleri diğer karakterlerde bir hayli başarılı.
Film bu kadar şişirilmiş bir ilk uzun metraj animasyon denemesi olarak, teknik konusunda sınıfı bir hayli iyi bir notla geçiyor. Ancak senaryonun derin yapılmaya çalışılması ve buna nazaran ortaya çıkan basitliği filmi sınıfta bırakıyor. Çok daha iyi senaryoları olan animasyonlar izledim bu sene, "Up" gibi. "9", gerçekten senaryosuna dikkat edilse ve anlatmak istediklerini bir kaç aksiyon sahnesini es geçip beyazperdeye dökebilseymiş, bir klasik olacakmış. Ama şu haliyle sadece başarılı bir animasyon olmaktan öteye gidemiyor...

Pontypool


Küçük bir başyapıt...
   
Altyazılarını yaptığım bir diğer korku filmi olan "Pontypool", "Case 39"a nazaran çok daha derin ve çok daha can yakan bir korku filmi. Geçen sene film festivalinde bir türlü zamanımı uydurup da gidemediğim bir filmdi "Pontypool", dönüp dolaşıp altyazılarıyla bana geri geldi. Kaderimde varmış filmi izlemek diyor ve ben de filmin yaptığı gibi derinlere dalayım biraz diye devam ediyorum.  
Amerikan edebiyatının aykırı yazarı William S. Burroughs’un popüler sözüdür: “Dil Virüstür”. Popüler derken utanıyoruz, ama şarkı sözleriyle ve diğer uyarlamalarla popüler kültür de kullanmıştır bu karanlık benzetmeyi. Düşük bütçeli bir zombi filmi gibi duran, halbuki yönetmeninin açıklamasıyla zombilerin yerini “iletişim kurbanlarının” aldığı bu orijinal filmin arkasında, Kanadalı bir yönetmenin olmasına şaşırmamak lazım. David Cronenberg filmlerini hatırlatan (ama onlara benzemeyen) filmin arkasında, en son “The Tracey Fragments”a imza atan serüvenci bir yönetmen var. Filmlerin metin boyutunu da önemseyen bağımsız ruhlu sinemacıların tür sinemasına el atması oldukça iyi sonuçlar doğurabiliyor. Okur/yazar sinemacıların bu konudaki tercihi ise daha çok zombiler oluyor; ki bu konuda haksız sayılmazlar. Şimdi radyoyu açabiliriz.
Çenesi düşük ama boş konuşmayı sevmeyen bir radyo DJ’i sıradan bir güne başlıyor. Sesten yalıtılmış canlı yayın odasında günün telefonlarını alıyor; radyoculara özgü sevimli bir ukalalıkla dışardaki hayatla iletişim kuruyor. Daha sonra dışarıdan tuhaf haberler gelmeye başlıyor ve bir tür virüsün sokaklarda yayıldığına kulak misafiri oluyoruz. 
Her şey kontrolden çıkmış bir virüsün yol açtığı zombileşme salgını gibi gözüküyor başta; sonra içeri girmeye başlayan kurbanlardan bu virüsün başka türlü bir virüs olduğunu öğreniyoruz. Dünyanın en popüler ve yaygın dili; bilmemenin ayıp karşılandığı İngilizce’nin çok kullanılan bazı kelimeleri virüs kapmıştır. Çaresi yok mudur? Vardır. Başka bir dil veya hastalıklı dili yeniden düşünmek, düşünerek konuşmak; sözcüklerin içini doldurmak. Hastalık manidar ama çözüm belirsiz.
Öldüren Kelimeler, bir Quentin Tarantino filmi gibi her tür izleyicinin farklı derecelerde tatmin olabileceği bir film değil. Tarantino’nun bunu nasıl başardığını da anlayabilmiş değiliz, fakat “sinefil yönetmen” imajının da bunda katkısı olsa gerek. Düşük bütçeli bir zombi filmi görünen ama dilbilim, iletişim ve kültür gibi konulara dalarak türü derinlere çeken bir film size orijinal geliyorsa, bu filmin küçük bir başyapıt olduğunu kabul edeceksiniz.
Tony Burgess'in aynı adlı kitabından esinlenen film, "Pontypool Changes" ile devam edecek. Aslında kitabın atmosferine bir giriş yapmak amacıyla çekilen ilk filmin başarısı, "Pontypool Changes" in yanında bir hiç kalacak gibi gözüküyor.  
Tek mekanda geçen klostrofobik filmlere dayanamıyorsanız; sinemanın saf görsel bir sanat olduğu, geveze filmlerin yanlış olduğu gibi sinema okulu klişelerini ciddiye alıyorsanız; veya aksiyon dozu düşük filmler az uyuduğunuzu hatırlatıyorsa, o zaman uzak durabilirsiniz. Yazıyı film eleştirilerinin virüslü cümlesiyle bitirelim: Uzak durursanız, çok şey kaybedersiniz.

Case 39


Klişe korku, iyi yönetmenlik...

Altyazılarını yapmak için bana verilmiş olan bir filmdi "Case 39". Bu yüzden neredeyse her sahnesini ezberlemiş bulunmaktayım. Renée Zellweger'ın tarz dışına çıktığı ve  Jodelle Ferland'ın hala ailesi olmadan izleyemeyeceği filmler çekmeye devam ettiği filmimiz "Case 39" tamamen klişe bir korku hikayesini alıp, muhteşem bir yönetmenlikle birleştirince ortaya değişik bir film çıkıyor.
"Sosyal servis" çalışanı Emily Jenkins, istismara uğrayan çocukların evlerini ziyaret etmekte ve gerektiğinde onlara yardım etmektedir. Onun 39. dosyası olan Lilly'nin evine gittiğinde ise bu ailenin ona bir şeyler yaptığından neredeyse emindir, ama elinde kanıtı yoktur. Bir kaç gün sonra, ailesi Lilly'i fırınlarında yakmaya karar verdiklerinde onları  yakalayınca Lilly'nin sorununa çözüm bulmuş olduğunu sanır. Lilly'e geçici bir ev bulununa kadar beraber yaşamaya karar veren ikili, çevrelerinde meydana gelen cinayetlerle birlikte iyice garipleşen bir hikayeye doğru sürüklenmeye başlarlar. Lilly'nin evindeki asıl sorun deli ailesi değil, kendisidir...
Uzaktan bakınca gayet klişe, Japon korku sinemasından iyice nasibini almış bir başka Amerikan korkusu olarak duruyor. Yine korku unsuru olarak küçük, şirin bir kız ve birbirinden orjinal cinayetler etrafında dönen korku filmimiz bu sefer o kadar da basit değil.
Alman yönetmen Christian Alvart'ın elinden çıkan Case 39, son zamanlarda ortaya çıkan korku örneklerinin en büyük hatasını yakalamış gibi duruyor. Artık korku sinemasında her şeyi görüyoruz, her şeye hakimiz ve bu aslında hiçte iyi bir şey değil. Baş karakter ne kadar çok şey biliyorsa, bizim de o kadarını bilmemiz yeterli olmalıdır. Öyle her yerden fırlayan yaratıklar, deforme olmuş bedenler falan bunlar korku sinemasını iyice yerin dibine vurdurmuştu son zamanlarda. "Case 39" da Alvart'ın yakaladığı hava bizi "bilinmeyen"den korkutuyor. Renée Zellweger'ın muhteşem oyunculuğuyla birlikte, onun serüvenini yaşayabiliyoruz. Bir yandan böylesine şirin bir kızın bu cinayetlerle alakası olamayacağını düşünüyoruz. Film, bu düşüncemizi destekleyici sebeplerde sunuyor önümüze sürekli. Bir yandan da gerçekten herşeyin sorumlusunun o olduğunu biliyoruz. Film boyunca tıpkı Emily gibi ikilemde seyretmemiz yönetmenin çok büyük bir başarısıdır bence.
Bir önceki filmi "Antikörper" de kanıtladığı gibi, korku ve suç unsurlarını sinemaya çok başarılı bir şekilde aktarabiliyor yönetmen. Oyuncu seçimi ise gerçekten harika. Filmde her şey o kadar yerli yerine oturmuş ki, sanki bu klişe öyküyü ilk defa izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Bu duyguyu ve atmosferi yaratmak gerçekten güç bir şey artık korku sinemasında.
Her sahnesini ezbere bilmeme rağmen hala sıkmadı beni "Case 39". Sinemada önemli olanın yönetmenlik olduğunu öyle bir kanıtlıyor ki film, bu senaryoya klişe demek bile ayıp olacak sanki...

The History Boys


Sadece tarih severlere...


"The History Boys" 2004 yılında ilk defa oynanan ve izleyicileri ikiye bölen tiyatro oyununun filmi. Filmin belki de en önemli yanı, ilk oyundan bu yana değişen oyuncuları kaale almayıp, orjinal kadroyu bir araya getirmesi. Herkesin "Harry Potter"dan hatırlayacağı Vernon Enişte'miz Richard Griffiths filmin en önemli karakterlerinden birini canlandırıyor.
Baştan uyarmam gerekiyor ki, eğer tarihle - özellikle İngiliz tarihiyle - alakanız yoksa filmden hiçbir şey anlamayacaksınız demektir. Bu açıdan baktığımızda film pek izleyici dostu değil. Ama zaten tiyatro oyununun izleyicisini arkasına alması gişe konusunda hiçbir sıkıntı olmamasına sebep oluyor.
Filmin konusuna kısaca bakarsak.; İngiltere'nin bir devlet okulundaki sosyal sınıfı öğrencilerinin başından geçenleri anlatıyor film. Biliyorsunuz ki, İngiltere'de sınav sistemi buradan biraz değişik. Herkes, daha önceden belirlenmiş bir konuda komposizyonlar yazmak zorunda okullara girebilmek için. Bu komposizyonları yazabilmek içinde tarih ve edebiyatın tüm konularına hakim olmanız gerekiyor. İngiltere'nin Oxford ve Cambridge gibi okullarına burslu girmek için uğraşan bu gençlerin öyküsünü izlerken, tarihteki açıkları, komiklikleri ve bilmediğimiz gerçekleri de öğreniyoruz. Ama dediğim gibi, bahsettikleri insanlar hakkında biraz bile bilginiz yoksa, filmin bir değeri olmaz sizin için.
Genç oyuncular çok iyi bir iş çıkarmışlar. Film boyunca kendinizi o sınıfın bir parçasıymış gibi hissetmeniz, onların oyunculuklarındaki başarısından başka bir şey değil. İngiliz tiyatrosunun ünlü aktörlerini öğretmenler rollerinde izliyoruz ve zaten onlara söyleyecek hiç bir şey yok. Filmin oyuncu seçimi - daha doğrusu oyunun - çok başarılı olmuş.
Senaryo biraz kopuk ilerliyor. Tiyatro oyununu, sinemaya uyarlamakta çok başarılı olunduğu söylenemez. Filmin genelinde bu uyarlama hataları çok fazla dikkat çekiyor ve filmde kopukluklara neden oluyor. Ama kimi sahnelerde o kadar büyük bir ustalıkla yazılmış ki gerçekten sizi filmin içine sokmayı başarıyor. Yine de, bu dengesizlik filmin gidişatı üstünde kötü bir etki bırakıyor.
Yönetmenlik açısından baktığımızda filmin yönetmenliği oldukça sade. Sonlara doğru bir kaç deneme yapılmaya çalışılmış ama korkulmuş sanki. Belki biraz da tiyatro oyununun saygınlığını bozmaktan kaçınmışlar. Kötü olmuş diyemeyeceğim, ama ne kadar iyi orası da tartışılır.
Filmde rahatsız edici derece üstünde durulan şey ise eşcinsellik. Bu konuyu herşeye metafor olarak kullanan öğrencilerimiz, eşcinsel öğretmenleri tarafından bile tacize uğruyor. Bir süre sonra iyice boku çıkıyor bu konunun ve gerçekten sinir bozmaya başlıyor. Espriler ve üstünde durulması gereken konuların dengesi daha iyi sağlanabilirmiş diyorum sadece.
 "The History Boys" çok fazla dikkate alınabilecek bir film değil kesinlikle. Zayıf başlayan, önceden tahmin edilebilir bir sonu olan, ama son sahnesindeki harikulade sinema oyunuyla "vay be" dedirten bir film. Tarihle ilgileniyorsanız, boş bir gününüzde size eğlenceli bir seyirlik olmaktan öteye gidemez...

14 Ocak 2010 Perşembe

Let the Right One In


Kitap gibi film...


Şimdi baştan şunu söyleyeyim, "Let the Right One In" i izlemeden önce bir kitap uyarlaması olduğunu bilmiyordum filmin. Film ile ilgili bildiklerim vampirleri konu alan bir film olduğu ve son zamanlarda başımıza musallat olan "Twilight" olaylarına çok güzel bir cevap olduğuydu. Ama filmi izlerken aklımdan sürekli geçen bir şey vardı, o da filmi izlerken kendimi bir kitap okuyormuş gibi hissettiğimdi. Henüz kitabı okumadım, ama büyük ihtimalle bu hissiyat filmin başarılı bir uyarlama olmasından kaynaklanıyor.
Filmin ingilizce adını ve posterini koyduğuma bakmayın, film bir İsveç yapımı. İsveç'in o soğuk, kasvetli havası filme başarılı bir şekilde taşınmış. Sinemada titizlik ne demek onu görüyoruz film boyunca. Her kare, sanki kusursuz bir ressamın elinden çıkmış gibi, özenle gözlerimizin önüne seriliyor.
Filmin hikayesinden bahsetmek gerekirse, henüz 12 yaşında olan, okulun fazlasıyla ezik öğrencilerinden Oskar ve yaklaşık 200 senedir 12 yaşında olan küçük vampir Eli'nin dostluğunu anlatıyor film. "Twilight" gibi kendine yeni vampir özellikleri katmadan, bildiğimiz "Dracula" anlayışı hakim Eli'nin vampirliğinde. Parlamıyor yani.
Film gerilimi ve dramayı birbirine başarılı bir şekilde harmanlıyor. Hiç bir zaman çocukluğunu yaşayamamış ama 12 yaşında bir çocuğun bedeninde hapsolmuş Eli, Oskar ile birlikte çocukluğunu yaşıyor. Oskar, okulun "asi çetesi" tarafından ezildiğinde ona nasıl karşılık vermesi gerektiğinden, kadın-erkek ilişkilerine kadar, belki 12 yaşındaki bir çocuğa fazla gelebilecek bilgilerini paylaşıyor onunla. Oskar ve Eli'nin ilişkisi beyazperdede uzun süredir görmediğim derinlikte bir ilişki ve suratınıza sıcak bir gülümseme yapıştırmayı beceriyor.
Eli'nin karanlık tarafı da var tabii ki,  sonuçta o her ne kadar çocukluğunu yaşamak istese de bir vampir ve yaşamak için kana ihtiyacı var. Babasına işlettiği cinayetler başarısız oldukça, kendisi kan avına çıkmaya başlıyor. Kasaba polisi ve sakinleri bu ne idüğü belirsiz cinayetleri çözmek için kendilerini yırtsalarda bir sonuca ulaşamıyorlar.
Eli'nin, Oskar'a 200 senedir topladığı ganimetleri gösterdiği sahne çok hoşuma gitti benim. Aslında filmin geneli beyninize kazınıyor. Her kare, her diyalog aklınızda yer etmeyi hak edecek kadar vurucu ve önemli.
Dedim ya, kitap gibi bir film diye, işte o yüzden filmin yavaş ilerlediğini savunanlar olacaktır. Sonuçta "Twilight" gibi gişeye oynayan bir filmle karşı karşıya değiliz burada, ama 4 kitaplık bir serinin olabileceğinden çok daha derin bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuz su götürmez bir gerçek.
Filmin en kanlı canlı sahnesine bile bir masumiyet kazandıran Eli ve Oskar'ı canlandıran Kåre Hedebrant ve Lina Leandersson'ın oyunculukları tek kelimeyle muhteşem. Filmin bu kadar içten oluşu belki de senaryonun da uyarlandığı kitabın yazarının ellerinden çıkması.
"Let the Right One In" sinemada zor rastlanacak türden bir dostluğun hikayesi. İzleyebileceğiniz en değişik vampir filmlerinden biri olduğu da kesin. Biraz festival filmi tadında aslında, şu an vizyonda olması büyük bir şans, kaçırmayın derim. Şimdi izninizle ben John Ajvide Lindqvist'in elinden çıkan filmin kitabına devam etmeye doğru gidiyorum, kalın sağlıcakla...

Hunger


Fucking Brits!

Steve McQueen'in ilk yönetmenlik denemesi olan "Hunger", bize Kuzey İrlanda'nın özgürlüğünü savunan Bobby Sands ve arkadaşlarının hikayesini anlatmak için yola çıkıyor. Daha ilk filmiyle, BAFTA'da "Gelecek Vaat Eden Yönetmen", Cannes'da "Altın Kamera", Avrupa Film Ödülleri'nde "Yılın Keşfi" ödüllerini kucaklayan Steve McQueen, bunların dışında "Hunger" ile tam 33 ödül ve 16 adaylık aldı. İlk filminde bu kadar büyük bir başarı göstermesinin sebebi, aslında sinemaya aktarılması çok tehlikeli olan bir hikayeyi, belki de aktarılabileceği en iyi şekilde gözlerimizin önüne sermeseydi. 
Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki, "Hunger" izleyici dostu bir film değil. Sağlam bir mideniz ve İrlanda tarihi hakkında ufakta olsa bilginiz yoksa film size oldukça anlamsız gelecektir. O yüzden, filmi anlatmadan önce, biraz İrlanda tarihine göz atmakta fayda var.
Efendim, İrlanda'nın Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrıldığını bilmeyenimiz yoktur herhalde. Güney İrlanda, 1921'de yapılan bir antlaşmayla bağımsızlığını kazansa da, Kuzey İrlanda hala İngiltere'ye bağlı kalmak zorunda bırakıldı. IRA (Irish Republican Army) ya da Türkçe olarak İrlanda Cumhuriyet Ordusu, o gün bugündür Kuzey İrlanda'nın bağımsızlığını savunuyorlar. IRA, 2005 yılında silahlı mücadeleyi bıraksa ve politik olarak mücadele etmeye karar verse de, IRA'nın kendi içinde örgütlenen R-IRA'cılar silahlı mücadeleye kaldıkları yerden devam ediyorlar. Yani aslında "Hunger" da izlediğimiz hikaye bize çok uzak değil. Hala Kuzey İrlanda'nın bağımsızlığını savunan insanlar işkencelere maruz kalıyorlar ve ölümle burun buruna yaşıyorlar.
Bizim "Hunger" da şahit olduğumuz hikaye, tam olarak 66 gün boyunca açlık grevi yapmış (hunger strike) ve 66 günün sonunda hayatını kaybetmiş olan Bobby Sands'in hikayesi. Hikaye, 80'lerin başında geçiyor. O dönemlerde IRA mensupları, savaş suçlusu olarak gösterilip hapse atılıyorlardı. Tabii ki IRA'cılar burdada protestolarını yapıyorlar. Filmde de gördüğümüz üzere, duvarlara dışkılarını sürüyorlar, en uç işkencelere bile direnç gösteriyorlar ve ne pahasına olursa olsun asla mücadeleyi elden bırakmıyorlar.
Film, bize hikayeyi iki koldan göstermek gibi bir çabaya giriyor ilk başlarda, ama sonlara doğru tüm hikaye örgüsü Bobby Sands'e kayıyor. Film, başta da söylediğim gibi, izleyici dostu bir film değil. Hele hele alakanız olmadığı bir konuysa bu, filmden oldukça sıkılabilirsiniz. Bazılarının "sanat filmi" olarak nitelendirdiği, filmin yavaş akması aslında tam tadında olmuş ve hapishane havasını yakalamış. Film hızlı değişen planlar ve diyalogsuz sahnelerin bolluğu ile sizi de sanki onlardan biriymiş havasına sokma konusunda oldukça ustaca bir anlatıma sahip. Ama o kadar diyalogsuz ve yavaş sahneden sonra, toplam 24 dakika süren Bobby Sands ve rahibin, tek açıdan çekilmiş ve öylesine vurucu bir konuşması var ki, film orada doruk noktasına çıkıyor ve içinizden "olmuş" diyorsunuz.
İngilizlerin, IRA'cılara yaptıkları işkenceler sizi ateşli bir IRA sempatizanı yapabilir elbet. Ama McQueen, kötü İngilizleri gösterirken, yapılan işkencelere dayanamayıp bir köşede ağlayan bir İngiliz askerini de göstererek hafiften "tüm İngilizler orospu çocuğu değildir" mesajı vermeye çalışsa da, biz içimizde biliyoruz ki, çok az İngiliz öyle bir yüreğe sahip. Dünyanın en büyük katillerini böyle küçük bir sahneyle bize sevdirmeyi amaçladığını düşünmüyorum zaten McQueen'in.
Oyunculuklar konusunda kötü bir yorumum yok. Ama özellikle Michael Fassbender'ın göz kamaştıran bir oyunculuk sergilediğini söyleyebilirim. Zaten filmin aldığı 33 ödül arasında, en iyi aktör ödüllerini de Fassbender'ın hakkıyla evine götürdüğünü görüyoruz. 
"Hunger", izlerken bir çok duyguyu bünyenizde barındırmanızı sağlayan bir film. Nefret, acıma, dostluk ve anarşizm duygularını benliğinizde hissedince biraz şaşırıyorsunuz istemeden. Filmi izlemeden önce yapmanız gerekenleri söyledim, biraz wikipedia falan karıştırın bakalım, sonra izleyin "Hunger"ı. İzleyici dostu bir film olmamasının dışında hiç bir eksiği olmayan ve McQueen'in 2. filmi "Fela" için beni heyecanlandıran "Hunger"ı izlemeden önce, "50 Dead Men Walking"e de göz atabilirsiniz...


13 Ocak 2010 Çarşamba

The Invention of Lying


Komedinin gücünü hissetmek böyle bir şey olsa gerek...

Uzun süredir vizyona girsede gitsem diye beklediğim bir filmdi "The Invention of Lying". Ancak sevgili yurdum film distribütörleri genelde böylesine güzel filmleri erteleyip, gişeye oynayan filmlere uzunca süre ayırdıklarından bir türlü gösterime giremedi. Filmin vizyon tarihinden 3 ay geçmesi ve hala vizyona girmemesi üzerine, internetin nimetlerinden yararlanarak filmi bilgisayarıma indirmem kaçınılmaz oldu tabii ki. 
Filmin konusundan bahsetmeden önce, Ricky Gervais'ten bahsetmekte yarar var. Filmin yönetmenliğini, senaristliğini ve yapımcılığını üstlenen Gervais'i aslında hepimiz yakından tanıyoruz. "The Office" ve "The Extras" gibi başarılı komedilerin yaratıcısı olan Gervais, İngiltere'nin en büyük komedyenlerinden biri sayılıyor. 
"The Invention of Lying", insanların yalan söylemeyi beceremediği, daha doğrusu yalanın ne olduğunu bilmedikleri bir dünyada geçiyor. Gervais'in yarattığı bu ütopya, bir an olsun bile fire vermeden işliyor ve bu filmin en büyük başarısı. Bu ütopyanın üstüne kurduğu hikaye ise; Mark Bellison (Ricky Gervais), Lecture Films isimli bir film stüdyosunda senarist olarak çalışmaktadır. Ancak yazdığı senaryolar iş yapmaz ve işinden kovulur. Beş parasız kalan Mark, kirasını ödemek için hesabını kontrol etmek için bankaya gittiğinde sadece 300 doları olduğunu bilmektedir. Banka görevlisi ona sistemde bir bozukluk olduğunu, hesabından ne kadar para çekmek istediğini söylemesini ister. Mark, işte o an dünyanın ilk yalanını söyler : 800 dolar. En azından bu para evinden atılmaması için ona yetmektedir. Herkesin doğruları söylediği bir dünyada, tek yalan söyleyebilen insan olmak ilk başta eğlencelidir. Ancak annesini ölüme yollamadan bir kaç saniye önce ettiği, öbür dünya ile ilgili laflar, onu basit bir senaristten, bir peygamber olma yoluna sokacaktır...
Gervais'in yarattığı karakterler, filmin akışı için oldukça önemli. Boşu boşuna yaratılmış bir karakter, bir diyalog bile yok filmde. Mark'ın büyük aşkı Anna'nın (Jennifer Garner) onunla beraber olmamasının sebebi olarak genetik özelliklerini bahane etmesinden, sekreter Shelley'nin (Tina Fey), Mark ile küçük diyaloguna kadar her şey filmin akışı için önemli bir yer tutuyor.
Komediyi basitleştiren insanlara da bir cevap niteliği taşıyor aslında film. "Recep İvedik" veya "Don't Mess With Zohan" gibi filmlerin "komedi" olarak algılandığı bir dünyada, Gervais'in yaptığı bu film insanlara bir beden büyük gelebilir tabii ki. Ama asıl komedinin ne olduğunu hatırlamak güzel bir duygu.
Film oldukça korkusuz bir komedi filmi. İnsan ilişkilerinden, peygamberlere kadar komedi unsuru yaptığı o kadar fazla şey var ki.... Ama belki de filmin bu başarısını sağlayan şey, Gervais'in yarattığı ütopyayı unutmaması ve her sahnede bu ütopyaya saygılı bir şekilde senaryosunu oturtması olmuş.
Filmi izlemeye başlamadan önce kafanızdan illa ki soruyorsunuz şu soruyu : "Böyle bir dünyada yaşasam nasıl olurdu?". İşte bu sorunun cevabını Gervais her insan için vermiş filmde. Yapılabilecek en absürd şeyden, en masumuna kadar görüyoruz yapılabilecekleri. Hem her insana hitap edebilmesi, hem de derinde güçlü bir komedi anlayışının oluşu filmi göklere çıkarıyor benim için.
"The Invention of Lying" gibi komedilere çok sık rastlayamıyoruz veya büyük bütçeli yapımlar yüzünden rastlamamıza bile izin verilmiyor. Şu an vizyona girse bile bu filmin çok fazla insana ulaşabileceğini sanmıyorum. Varsa yoksa anlamsız komedilerin, milyonlarca defa izlediğimiz aksiyon sahnelerini tekrar beynimize sokan blockbusterların ve sinema için çıtaları yükselttiği iddia edilen ancak aslında bir b*k yapmayan yönetmenlerin prim yaptığı şu güzelim gezegenimde, böyle filmlerin değeri bilinmiyor. Bilinmesini de beklemiyorum zaten. Yine de gerçek bir komedi izlemek isteyen ve sinemanın üç saatlik mavi yaratık furyası olmadığını görmek isteyen herkese öneririm "The Invention of Lying" i.


(Kendime not : Avatar'la uğraşmayı kesmelisin)

11 Ocak 2010 Pazartesi

Avatar


Paranın gözü kör olsun...
  
Vizyona girdiği günden beri yaklaşık 1 aydır kapalı gişe oynayan, ilk adı duyulduğunda The Last Airbender izleyicilerini ayağa kaldırıp, sonradan Shyamalan'ın bu işe soyunduğunu hatırlatan, sinemada görselliğin tavan yaptığını kanıtlayan bir film Avatar. Tabii ki bu kadar ilgi görmesinden sonra, hem de James Cameron'ın da etkisiyle, "neymiş bakalım şu Avatar" demekten kendimi alamayıp, salonda yerimi almam benim için kaçınılmazdı. 
Yıl 2100. Amerika, Pandora gezegeninde bulunan Na'vi halkının yaşadığı bölgedeki bir madene kafayı takmış durumda. Avatar ismini verdikleri, Na'vi kostümleriyle, aralarına muhbir yollamaya çalışıyorlar. Bu projede çalışan kardeşinin ölümünden sonra, yeni bir Avatar yaratmak çok pahalı olacağı için, onunla aynı genleri taşıyan asker Jake'in projeye dahil olmasıyla biz de filme dahil oluyoruz. Jake, aslında muhbir olarak gönderildiği halktan biri olarak doğmuş bir insan. Bir nevi "seçilmiş kişi" geyiği var yani filmde. Tabii bu "seçilmiş kişi" olmasının yanı sıra, bir Na'vi kızına abayı yakınca, işler iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Sonrası ise 160 küsür dakikalık bitmek bilmeyen bir macera. 
Şimdi öncelikle şunu söyleyeyim ki, film gerçekten görsel olarak bir şaheser. James Cameron, her zaman yaptığını yapıp bizi filmin içine çekmeyi başarıyor. "Titanic" hariç pek hayal kırıklığına uğratmamasına güvenerek, Cameron'ın yüzeysel yönetmenliğine çok lafım yok. Ancak iş Cameron'ın senaristliğine geldiğinde, olayın boyutu üzücü bir şekilde değişiyor. Karakter gelişimlerinin ve olay örgüsünün tamamen unutulduğu bir senaryoyla karşı karşıyayız. Jake hariç hiç bir karaktere önem verilmemiş neredeyse filmde. Sert bilim kadını imajı çizen Grace'in, filmin sonlarına doğru çizdiği naif tavır, acımasız Parker'ın filmin sonlarına doğru yumuşaması gibi olayların hiç bir gerekçesi yok filmde. Ayrıca film o kadar hızlı giriyor ki, daha ne olduğunu anlamadan kendinizi Pandora'da buluyorsunuz. Açıkçası 160 küsür dakikalık bir filmden, daha detaylı karakterler ve daha oturmuş bir senaryo beklerdim. 
Film, sırtını dayadığı Şaman öğretileri ve çevreci tavrı ile artı bir puan kazanabilir belki. Amerikan kapitalizmine açık açık dokunduran Cameron'ın bindiği dalı kesiyor olması ise büyük bir ironi. Milyon dolarlar harcadığın bir film çek, 3d gözlüğünden bile cebine para girsin, en son teknolojilere bir servet yatırmaktan başka bir şey yapma, ama sonra kalkıp kapitalizme laf et... Yemezler. 
Filmin senaryosu klişelerle dolu aslında. Her bir sahneyi, daha önce bir filmde mutlaka izledik. Özellikle Dark City, Battle for Terra'dan görsel olarak, Dances With The Wolwes'dan da olay örgüsü olarak etkilendiği (hatta bazen çalıp çırptığı) bariz Cameron'ın. 
Oyunculuklara gelirsek, her oyuncu senaryonun onlara izin verdiği kadar iyi bir iş çıkarmış. Sam Worthington, bundan önce yine bir Cameron kreasyonu olan, ancak yönetmen koltuğuna McG'in geçtiği "Terminator : Salvation"daki gibi oyunculuğunu konuşturmuş. Sigourney Weaver, "Alien"dan beri Cameron'ın emrine amade olduğundan, senaryoya bağlı kalmaktan başka bir şey yapamamış. Ama Giovanni Ribisi'nin oyunculuğu gerçekten tavan yapıyor filmde. Sinir bozucu Parker karakteri, belli bir noktada senaryonun kötülüğüyle yıkılmasaymış, çok daha iyi olurmuş dedirtiyor. Jake'in Na'vi yavuklusu Neytiri'yi canlandıran Zoe Saldana ise gerçekten berbat bir iş çıkarıyor. Na'vi kılığının arkasında, kötü oyunculuğunun gizlenebileceğini düşünmüş ama yanılmış bence. Birde artık Michelle Rodriguez'i "sert kadın asker" rollerinde görmekten o kadar sıkıldım ki anlatamam. 
"Avatar" insanların ve medyanın şişirdiği kadar iyi bir film değil. Kesinlikle bir hayal kırıklığı da değil, ama Cameron'ın sinemasal olarak kendini yetiştirmediğinin bir göstergesi. "Avatar" ın sinemaya yeni bir boyut getirdiği, sinemayı kökten değiştirdiği falan söylenemeyecek şeyler. Film klişelerle dolu bir aşk hikayesinden, saatler süren görkemli savaş sahnelerinden ve ateşli anti-kapitalist diyaloglardan başka bir şey değil aslında. Belki de bunun sebebi, Cameron'ın 11 Eylül ve Irak olaylarından sonra çektiği ilk filmde, dolmuş olduğu konularda bir bir ülkesine cevap yapıştırmak istemesi. Filmin sonlarına doğru öldürdüğü amerikan askerlerinin haddi hesabı yok zira. Ama şöyle bir sorun var ki, Cameron' vermek istediği mesajları filmin içine yediremiyor. Film bazen politik oluyor, bazen aşk filmi oluyor yani sonuçta belli bir istikrarda ilerlemiyor asla. Orjinal bir kaç fikir çıkıyor arada, ama onlarda havada kalıyorlar, yazık oluyor. O kadar laf salatasından sonra filmin verdiği tek mesaj şu oluyor : Amerika, temsil ettiği kapitalist düzen yolunda, petrol veya benzeri kaynakların uğruna, herhangi bir uygarlığı ve doğayı yok etmekten çekinmez. Kimsenin yaşam biçimine ve inancına saygısı yoktur onların. İşini bilen bir askerin gaza getirici konuşması da, Amerikan halkının gözünü karartmak için yeterlidir. 
Tam Oscar'lık bir film aslında "Avatar", ki büyük ihtimalle alacakta zaten. Akademi sever böyle şeyleri. Aşk olsun, anti-kapitalizm olsun... Öldürdükleri değerleri yıllardır ödüllendirmiyorlar mı zaten?    
Kısaca, görsel bir sanatla uğraşan veya ilgilenen herkesin izlemesi gereken bir film "Avatar". Sinemada artık neler yapılabildiğini, teknolojinin nelere kadir olduğnu bize gösteriyor. Ancak sinema sadece görsellikten ibaret değil, bunu da unutmamak gerek...

4 Ocak 2010 Pazartesi

Yahşi Batı


Karşılaştırmayın ve beklenti içine girmeyin. Sadece koltuğunuza yaslanıp tadını çıkarın...

“G.O.R.A.” ve “A.R.O.G.”dan sonra, Arif karakterinden vazgeçip yeni bir maceraya atılıyor “Yahşi Batı”da Cem Yılmaz. Bu maceraya ortak olmak ve onun kaleminden ve esprilerinden maksimum düzeyde zevk almak için yapmanız gereken birkaç şey var. Öncelikle kesinlikle her Cem Yılmaz işinde yapıldığı gibi, diğer yapımlarla karşılaştırmamanız gerek “Yahşi Batı”yı.  Yılmaz, her zamanki gibi görevini yapmış, zekice esprilerle ve ince elenip sık dokunmuş bir senaryoyla karşımıza çıkmış yeniden, bu bile yeter. İnsanların Cem Yılmaz’dan neden sürekli bir şeyler beklediğini ve bu beklentinin boşa çıktığını asla anlayamadım. Kıstaslar nedir mesela? Güldürüyor mu diye sorarsanız, fazlasıyla derim. Film güzel mi derseniz, oldukça başarılı derim. Cem Yılmaz’a doyuyor muyuz derseniz, hem de nasıl derim. Benim için filmden çıktıktan sonra bunları söyleyebilmek yeterli oluyor da, “Recep İvedik” ve “Kutsal Damacana” gibi filmlere diyaframları patlarcasına gülen insan bozuntuları Cem Yılmaz’dan nasıl bir mucize bekliyorlar, hala anlamadım ve sanırım anlamayacağım da.
Filmin konusuna gelince, Osmanlı tarafından görevlendirilmiş 2 gizli ajan, Aziz ve Lemi’nin, çok değerli bir elması Amerika başkanı Garfield’e götürmelerinin hikayesini anlatıyor film. Tahmin edeceğiniz gibi başları türlü belaya bulaşıyor ikilinin ve yol üzerinde oldukça neşeli karakterlerle birlikte oluyorlar. Elması önce kızıl derililere, sonra da Cannonball adlı bir kasabanın şerifine kaptırınca olaylar iyice çığrından çıkıyor. Elması güvenli bir şekilde başkana götürmek zorunda olan Aziz ve Lemi, Osmanlı’dan da yardım kesilince oyunu kendi kurallarına göre oynamak zorunda kalıyorlar.
Oyuncular işlerini çok iyi yapmışlar. Özellikle Zafer Algöz’ün oyunu göz kamaştırıyor. Ozan Güven, Demet Evgar ve Cem Yılmaz’ın da haklarını vermek gerek. Tek göze batan ve vasat bir oyunculuk sergilemiş olan Özkan Uğur var. Ondan kesinlikle bu kadar sığ ve ruhsuz bir rol yapmasını beklemiyordum, hayal kırıklığına uğradım diyebilirim biraz.
Filmin bir diğer başarılı noktası ise sinemaya yeni bir ikili kazandırmış oluşu. Farklı karakterlerde iki ajan olan Aziz ve Lemi’nin birlikte oldukları sahneler (ki filmin neredeyse tamamından bahsediyorum burada) gerçekten harikulade. Filmin sonunda bu karakterlerin bir başka macerasına ortak olabileceğimizi de anlıyoruz ve bu beni açıkçası heyecanlandırıyor. Aziz ve Lemi karakterlerinin yaratılışında biraz Batman ve Robin, biraz da Sherlock Holmes ve Dr. Watson havası sezilmiyor da değil. Ama bu dostlukları kendilerine örnek alıp, bambaşka bir kimya geliştirmeyi de iyi biliyorlar.
Film hakkında en çok aldığım duyum çok fazla küfür oluşuydu. Hatırlarsanız “A.R.O.G.” da hiç küfür yoktu neredeyse. Bu filmde küfür kullanmasının sebebini çok güzel bir sinema oyunuyla açıklamış Cem Yılmaz, tabii ki anlayana…
Hani “her şeyi Türkler buldu” geyiği vardır ya, işte bu filmde o geyiği bir hayli “ti”ye almış Cem Yılmaz. Kola’nın bulunuşundan tutun da, Jack Daniels’ı bile Türklere bağladığı bu sahnelerde eğlence doruk noktasına çıkıyor. Ama baştan uyarmalıyım ki filmdeki çoğu espri belli bir kesime hitap edilerek yapılmış. Yılmaz, bir kere daha “küfürle güldürme” diye bir şey olmadığını kanıtlamış ve zekasıyla bizi güldürmeyi amaçlamış.
Cem Yılmaz komedisinin özel bir komedi olduğunu düşünürdüm her zaman, bu işi de beni yanıltmadı. Hakikaten istediği gibi ve belli bir kültür düzeyinde olan insanlara yapıyor komedisini Cem Yılmaz. Sıradan bir izleyicinin bu filmden zevk alabilmesi oldukça güç. Belki de bir bakıma “gidin o sözde komedyenlere gülün, beni benimle bırakın” diyor Yılmaz. Açıkçası iyi de yapıyor. Ben filme kötü diyenlere “sıradan izleyici” gözüyle bakmaya başladım bile, emin olun iyi bir izleyiciyseniz sizde öyle yapmaya başlayacaksınız.
Bu filmde, “A.R.O.G.” da yönetmen koltuğuna oturduktan sonra, yeniden “G.O.R.A.”nın yönetmini Ömer Faruk Sorak’a bırakmış kamerayı Cem Yılmaz. İyi mi yapmış, tartışılır. Açıkçası Cem Yılmaz’ın yönetmenliğini daha çok beğenmiştim Sorak’ınkine göre. Belki daha korkusuz, daha kalıp dışı bir yönetmen Yılmaz. Ama Sorak’ın hakkını vermek lazım yine de. Kaliteli bir iş çıkardığı şüphesiz. Özellikle poker sahnesini, yönetmenin doruk noktalarından biri olmuş.
Kesinlikle basit bir komedi değil “Yahşi Batı”. Belki Yılmaz’ın en iyi işi değil ama kötü olmadığı da aşikar. Dediğim gibi, karşılaştırmayın. 2 saatlik, daha önce sinemamızda bu kalitede izlemediğiniz bir macera bekliyor sizleri. Yargılamadan, karşılaştırmadan ve büyük beklentiler içine girmeden oturun sinema koltuğunuza. Filmden fazlasıyla zevk alacağınıza ve çıkışta bu ikilinin maceralarına doymamış olacağınıza o kadar eminim ki…