14 Ağustos 2010 Cumartesi

The Sorcerer's Apprentice



Başarılı bir yaz eğlencesi...

Walt Disney ve Jerry Bruckheimer tarafından "yaz eğlencesi aksiyonları"nın bir numaralı yönetmeni ilan edilen Jon Turteltaub'un yeni filmi "The Sorcerer's Apprentice", daha önce aynen "National Treasure" serisinde yaptığı gibi başrolüne Nicolas Cage'i alan eğlenceli bir aksiyon filmi. Bende tam yaz konseptine uygun bir şekilde, Bodrum'daki tatilim esnasında bir yazlık sinemada izlemiş oldum filmi. Daha önce hiç yazlık sinemaya gitmemiş biri olarak, belki de bu yüzden film çok hoşuma gitti. "National Treasure" serisini pek beğenmesemde Turteltaub'un daha önce yaptığı "The Kid" ve "Phenomenon" efsanelerinden kalma umutlarım asla ölmemişti, ve sonunda -en azından- beni tatmin eden bir iş ortaya koydu yıllar sonra.

Hikayemiz çok öncelere dayanıyor, taa Merlin zamanlarına... Merlin'in 3 çırağından biri olan Balthazar, Merlin'in düşmanlarını matruşka bebeklerin içine hapsetmeyi başarır. Ancak çıkan kargaşanın içinde Merlin hayatını kaybeder ve ölmeden önce Balthazar'a, düşmanlarının başı Morgana'yı defetmesi gerektiğini ve bunu yapabilecek tek insanın onun soyundan gelecek olan biri olduğunu söyler. Balthazar'a ölmeden önce verdiği yüzük ise bu kişiyi bulduğu zaman onun parmağına oturacaktır. Balthazar, yıllar boyunca Merlin'in kanını taşıyan bu esrarengiz insanı arar durur, taa ki küçük bir çocuk tesadüf eseri ayağına gelip, yüzüğü parmağına takana dek... İşte macera buradan sonra başlar. Balthazar, matruşka bebeklere hapsettiği düşmanlarının, yanlışlıkla kaçmayı başaran Maxim Hovarth sayesinde dünyaya geri dönmeye başladıklarını öğrenir. Onları sonsuza kadar durdurmak için yapması gereken tek bir şey vardır; Merlin'in kanını taşıyan bu genç adamın ustası olmak ve onu Morgana'yı alt edecek kadar güçlü kılmak...

Filmin hikayesi, Turteltaub'un sevdiği gibi yine eski dönemlere dayanarak, modern hayatı birleştiriyor ve çok da güzel oluyor. Nicolas Cage ve Jay Baruchel ikilisi, beyazperdede uzun süredir görmediğimiz kadar komik bir ikili olmuşlar. Nicolas Cage'in oyunculuğuna artık alışsam da, Jay Baruchel'in doğallığına hayran kalmış bulunmaktayım. Filmin oyuncu seçimleri oldukça başarılı. Son dönemlerin en çok sevilen kötü adamı Alfred Molina (bkz. Dr. Octopus) ve filmin büyük sürprizi Monica Bellucci bir yaz eğlencesinden beklenemeyecek kadar iyi performanslar sunuyorlar. Hikayenin muhteşem işlenişi ve en ciddi anda bile patlayan yerinde espriler filmin her saniyesini zevkle izlemenizi sağlıyor. Turteltaub'un temiz yönetmenliği, fazla sanata bulaşmıyor gibi gözüksede bazı sahneler gerçekten nefes kesecek güzellikte. 

"Filmin kötü yanı yok mu?" diye sorarsanız, tabii ki var. Öncelikle bunun bir Walt Disney filmi olduğunu ve ne olursa olsun bizi mutlu bir sonun beklediğini unutmamak gerek. Ayrıca bu kadar iyi oyuncuya ve görselliğe para yatırdıktan sonra, sanki paraları tek bir şarkı almaya yetmişçesine filmde 3 kere One Republic'in Secrets şarkısının çalması biraz göze batıyor. Bunun dışında filmin kötü bir özelliğini bulmak zor.

"The Sorcerer's Apprentice" izlediğiniz en iyi film olmayacak tabii ki, ama şu sıcak yaz aylarında, klimalı bir salonda veya tatlı tatlı esen bir yazlık sinemada görülmeyi hakediyor. Basit ama iyi işlenen konusu, güzelliği detaylarda saklı olan diyalogları ve Cage/Baruchel komedisi filmi başarılı bir gişe serüveni yapıyor ve Turteltaub'un güzel işler ortaya koyabildiğini yeniden göstererek gülümsetiyor. Kaçırırsanız çok birşey kaybetmezsiniz ama kaçırmazsanız eğlenceli bir 2 saatin sizi beklediği kesin...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception

Nolan Harikalar Diyarında...



Geçen yıl izlediğimiz District 9’u saymazsak, bilim kurgu- aksiyon sinemasının son 10 yılına damgasını vuracak kadar heyecan verici ve zihin açıcı bir film izledim: "Inception".



Aslında "Inception"da ilk kez uygulanmış olan bir fikir yok! 60’lerin “ekip filmleri” şablonunu alıp, içine rüya katmanları arasında gezinerek fikir çalmak gibi bilim kurgusal bir hırsızlık fikrini katarsanız, ortaya bu hikâye çıkıyor. Ama işin arkasında uzun zaman önce dosta düşmana rüştünü ispatlamış, sakallı biraderleri (Spielberg, Lucas) Anılar 9 albümüne postalamış, son büyük hikâye anlatıcılardan Christopher Nolan gibi bir yönetmen varsa, ortaya Türkiyelilerin sinemaya gitmekten imtina ettiği Temmuz sıcağında bile mutlaka görülmesi gereken bir film çıkıyor.



Başlangıç, hepsi işinde uzman bir fikir çalıcılar takımının, aralarına katılan yeni yetme ama umut vadeden bir rüya inşacısı ile birlikte bu defa fikir çalmak yerine fikir enjekte ederek, tekelleşme yolunda dev adımlarla ilerleyen bir şirketi çökertmeye çalışmalarını anlatıyor, ama ne anlatmak… Yüksek bir noktadan başlayan aksiyon ve gerilimin giderek daha da çoğaldığı, tırnaklarınızı yiyerek seyredeceğiniz 148 dakikalık müthiş bir görsel labirent bu…



Christopher Nolan, senaryosunu, yere göğe sığdırılamayan ama benim ilkokul piyesi bile yazdırmaktan çekineceğim popüler Hollywood senaristlerinin aksine, seyircinin geri zekâlı olmadığını varsayarak yazmış ve iyi yapmış. Amerikan TV’leri bir sürü zeki dizi ile dolup taşarken, iyice aptallaşan ve lunapark eğlencesine dönüşen Kuzey Amerika sinemasının bu tür dokunuşlara şiddetle ihtiyacı var. Giderek yükselen aksiyonun kahramanlarımız rüya katmanlarında bir alt seviyeye indikçe olay örgüsünü anlamayı bir miktar güçleştirdiğini kabul ediyorum ama Nolan’ın üst seviye yönetmenliği finale giderken her şeyi basitleştiriyor ve duru ve tüm hikâyeyi benimsemiş bir şekilde filmden çıkmanızı sağlıyor. “Rüya katmanları arasında ki zaman farklılaşmaları” ve “farkındalık yaratan totemler” gibi fikirler filmi çok daha lezzetli kılmış.



İlerleyen yaşı sebebiyle olsa gerek, bebek yüzlü karakter oyuncusu olmanın lanetinden sıyrılan Di Caprio ise "Shutter Island"ın sanrılarından idmanlı bir şekilde rahat ve inandırıcı oynuyor. Ona eşlik eden oyuncular arasında önce çıkanlar ise Juno’dan tanıdığımız Ellen Page ve çok beğendiğim Japon aktör Ken Vatanabe oldu. Batman Begins’in “Scarecrow”u Cillian Murphy ise bir Nolan filminde daha gayet başarılı bir şekilde işadamı Robert Fischer karakterine hayat veriyor. 



Bir bilim kurgu filminin en çok ihtiyacı olan şey belki de görsel efektler… Burada da Double Negative ve Plowman Craven & Associates devreye giriyor ve ILM ya da Zeta’nın işlerini aratmayan fakat filmi CGI’a da kurban etmeyen temiz ve inandırıcı bir işe imza atıyorlar. Leonardo Di Caprio’nun oynadığı başkarakter Cobb ve eşi Mal’ın yarattığı rüya dünyası sekansları özellikle görülmeye değer. 



Hans Zimmer, bu dünyadan olmadığına inandığım bir müzik dâhisi ve çok inandığım, “iyi filmlerin, iyi müzikleri vardır…” kuralına uygun düşecek şekilde, en beğendiğim işi olan "Gladiator"ü bile aşan bir film müziği çalışmasına imza atmış burada. 


Uzun zamandır böyle şeyler yazmıyorum ama diyeceğim o ki, ne yapın, edin "Inception"ı görün! Aksi takdirde yıllar sonra bile hatırlanacak ve seyredilecek olan bir modern kültü sinemada izleme şansını kaçırmış olursunuz. İçerdiği sinematografi ile asla küçük ekrana sığmayacak kadar görsel ve zihinsel bu deneyimi kaçırırsanız yazık olur.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Antichrist

Sinemanın gücünü hissetmek...


Uzun süredir boşladığım bloguma geri dönüş yaptırtacak bir film oldu "Antichrist", çünkü öyle bir film ki, hakkında gerçekten bir kaç şey söylemek gerek. Lars von Trier sinemasının en sadık takipçilerinden biri olarak, aylar önce elime geçmesine rağmen, vizyona girmesini bekledim filmi izlemek için. Hoş, vizyona girme ihtimali bile vermiyordum ama sevgili distribütörlerimiz "Deccal" diye alakasız bir şekilde filmi çevirip, sinemayı bir eğlence olarak gören insanlara "bakın, yeni korku filmi geldi" reklamı yapmak istemişler belli ki. 

Filmden bahsetmeden önce, biraz Lars von Trier'den bahsetmekte yarar var. Kendisi benim için çok önemli bir yönetmen, Kubrick'ten sonra sinema yapmak istememin ikinci sebebi. Onu bazılarımız bir Stephen King eseriymiş gibi lanse edilen "Kingdom Hospital" ın orjinali olan, 6 bölümlük efsane dizi "Kingdom" ya da orijinal adıyla "Riget"ten tanıyor. Zamanında Digiturk kanallarında döne dolaşa verilen bu dizi, Lars von Trier'in stilize sanatının gerçekten çok küçük bir örneğiydi ve tekrardan gerilim unsurlarına uzun süre geri dönüş yapmamıştı. Bazılarımız ise onu "Dogville"den tanıyor, Nicole Kidman'lı sinema-tiyatro karışımı deneysel bir sinema örneği olan "Dogville", Lars von Trier'in karmaşık zihnini, geniş kitlelere açtığı film oldu belki de. Björk'ün başrolünü oynadığı "Dancer in the Dark"ı ve eski filmlerinden "Europa"yı da unutmamak gerek... Lars von Trier, hala hayatta olan ve film çekmekten vazgeçmeyen efsane yönetmenlerden biri. "Antichrist" ise onun geç gelen başyapıtı.

"Antichrist" öncelikle yönetmenin artık dogma felsefesinden tamamen koptuğunun bir ilanı... Anlatımının bu kadar stilize olması başka türlü açıklanamaz herhalde... Oyuncu seçiminden başlayarak üretilmiş olan anlam çok dağınık ama bir yandan da çok güçlü... The Last Temptation of the Christ'ın "İsa"sı William Dafoe, burada da kurban edilmek istenen ama buna direnen erkek İsa kompoziyonu ile karşımızda...

Altmetinlerden arınmış konusunda, çocuklarını bir kazada kaybettikten sonra karısının yaşadığı travmayı atlatması için ona yardımcı olmaya çalışan bir adamın, karısıyla birlikte doğanın içinde kaybolmuş bir eve gelişi ve devamında gelişen olayları anlatan film bir yandan da bambaşka bir anlam üretmekte...

Keder, acı, umutsuzluk ve üç dilenci kısımlarıyla dört bölümden oluşan filmde kadının yaşanılan trajediden önce eski çağlarda erkekler tarafından yapılan dişi kıyımlarını araştırması ve tarih boyunca kadına ait cinsel hazzın erkekler tarafından lanetlenip cezalandırılması olay örgüsünün kilidi durumunda... Kadın bu defa cinsel bir birliktelikte erkeği ve ondan sahip olduğu (yine bir erkek) varlığı cezalandırmakta, daha sonra tüm cinsel gerilimini bu anın imgeleriyle boşaltarak zevk almanın kötücül yanını keşfetmekte ve en sonunda, ancak Pasolini filmlerinde rastlanabilecek kadar rahatsız edici bir sahnede, kendi cinselliğini yokederek erkeğin kadını cezalandırma gücünü de kendine geçirmekte... Bunu yaparken doğanın ona hep yardım ediyor oluşu da Adem ve Havva'nın Cennet'ten kovuluş efsanesindeki gibi kötülüğün dişi olandan (Havva) ve doğadan (elma, yılan) geldiğini betimliyor. Filmin tamamına sinmiş gibi görünen kadın düşmanı bakış açısının da aldatıcı olduğunu, erkeğin kadının tedavisini ehil kişilere bırakmayıp kendisinin üstlenmesinden, yüzyıllar boyunca genetiğimize kodlanmış kadını şeytanlaştırma eğiliminin yine erkeğin kadına ve doğasına yaptığı engeller yüzünden oluştuğunu anlatmak istediğini düşünüyorum. 

"Antichrist" izleyici dostu bir film değil. Pek çok kişinin midesinin kaldırmayacağı sahneler, fazlasıyla cürretkar bir cinsellik içeriyor film. Hollywood mucizesi bir korku filmi izlemek için salona girdiklerini düşünen insanlar (başta bahsettiğim o kötü çeviri olayından dolayı) filmin ne kadar kötü olduğundan dert yanarak salondan çıktılar. Lars von Trier'in sineması, herkesin anlayabileceği veya kaldırabileceği bir sinema değil. Ama zaten sinema dediğimiz şey aslında bu. Çılgın romantik/komediler, her yerinde farklı ekipmanlar olan yaratıklar ve epik destanlar seviyorsanız, sinemayı bir sanat olarak görmeyecek kadar sığ bir insansanız lütfen bu filmi izlemeyin. Gerçekten sinemanın gücünü hissetmek, suratınıza her planda ayrı bir tokat yemek ve hayatınızda yaşadığınız hiçbir tecrübenin sizi sarsmadığı kadar sarsılmak istiyorsanız, bu film tam size göre...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Aşk Ölmez

Doğuş Üniversitesi Liselerarası Kısa Öykü Yarışması 1.lik ödülü almıştır efendim, buyursunlar...


İstiklal Caddesi’nde yürüyor, saat gecenin bilmem kaçı… Aniden üstüne çullanan tinerciler önce cüzdanını istiyorlar ondan, vermiyor. Telefonunu istiyorlar, onlara vermek yerine telefonu uzak bir yere fırlatıp, attığı yeri işaret ederek istiyorlarsa gidip almalarını emrediyor. Karnına bir bıçağın girmesiyle vücudu kasılıyor aniden. Bıçağın içinde yavaşça döndüğünü hissediyor. Tinercilerin kaçmasıyla yere yığılıyor. İstiklal Caddesi bomboş, ona yardım edecek kimse yok. Kan kaybı…

“Beyefendi!”
Ambulansın sesi duyuluyor. Tinerci çocuklar haber vermiş olmalı ama artık çok geç. Her şeyin bitmesine saniyeler kaldı…

“Beyefendi, buyurun kahveniz.”

Kendisine kim bilir kaç dakikadır “beyefendi” diye yüksek sesle bağıran kasiyer kızın ona doğru uzattığı kahve geldi gözünün önüne aniden. Karton bardağı tutarken, kızın eline değen elini yavaşça çekerek kahvesini aldı, teşekkür etti ve oradan acelesi varmış gibi görünmeden çıkmaya çalıştı. Kız ne düşünmüştü onun hakkında acaba? Karşısında aniden boş gözlerle ona bakan müşterisini görünce aklına gelen ilk şey ne olmuştu? Büyük ihtimalle müşterisinin, onun ölmeden önceki son dakikalarını gördüğünü düşünmemişti. Deli olduğunu ve akıl hastanesinden kaçıp kahve almaya geldiğini bile düşünebilirdi ama, onu ölüme götürecek bıçağı gördüğünü asla düşünemezdi.

Ona dokunmamak için o kadar da uğraşmıştı halbuki, ama nafile. Bir sabah daha başlamıştı ölümle. Başkasının son çığlıklarıyla. Onun bunu durdurmak için hiçbir şey yapamamasıyla. Bu, onun lanetiydi. Bazıları buna bir yetenek veya bir güç diyebilirdi ama onun için bir lanetti. İnsanlara ilk dokunuşunda ölmeden önceki son dakikalarını görmek bir yetenek veya bir güç olamazdı.

İşyerine varmıştı. Kapıdaki güvenlik görevlisi onu fark etmedi.
Kalp krizi.

Genel müdür yardımcısı dün gece içkiyi yine fazla kaçırmış olmalıydı. Her an kusacakmış gibi tuvalete koşuyordu.
Alkol koması.

Ve tabii ki olmazsa olmaz çaycıları yine masalardan boş bardakları topluyordu.
Trafik kazası.

Masasına oturduğunda en azından bu sabahı sadece bir ölümle atlattığına sevindi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra bilgisayarını açtı. Bilgisayar açılır açılmaz bir uyarı sesi ona yeni bir e-posta geldiğini bildirdi. Okuduklarına göre, bölüm müdürü tatile çıktığı için başlarına geçici bir görevli atanmıştı. Saat 9’da yeni müdürle bir toplantı yapılacaktı. Saatine baktı. Toplantı tam iki dakika sonra başlayacaktı. Yerinden hızla kalkarak, onun masasına iki dakikadan daha uzak bir mesafede bulunan toplantı odasına doğru koşmaya başladı. Kapıyı çalmayı unutup içeri girdiğinde, masasının arkasında ayağa kalkmış bir şekilde konuşma yapan kadın sustu. Geçici müdür o olmalıydı.

“Toplantıya hoş geldiniz” dedi kadın alaycı bir ses tonuyla. “Ben yeni müdürünüz, Selma. Sizin adınız neydi?”

Kadının ona uzattığı eli sıkmak istemiyordu. Bir müdürden çok, bir mankene benzeyen yeni müdürleri ile daha ilk günden takışmak istemediğinden elini yavaşça kaldırıp, kadının elini sıktı.
Araba hızla otoyolda ilerliyor. İçerisi oldukça karanlık, adamın yüzü çok fazla seçilmiyor ama sinirli olduğu belli. Müdür, arabayı süren adamla hararetli bir tartışma içerisinde. “Sen delisin” diye bağırıyor. “İndir beni”. Adam inatla daha fazla gaza basıyor. Radyodan düşük sesli cızırtılar geliyor. Müdür, büyük bir bandajla sarılmış eline bakarken adamın kararlı sesini duyuyor. “Bu olmak zorunda” diyor adam, “Artık geri dönüş yok.”Birdenbire arabanın ön camı tuzla buz oluyor. Adamın suratına patlayarak açılan hava yastığı, müdürün tarafında açılmıyor. Arabanın sürüklenmesi sona erdiğinde sıcak asfalt üstünde yatıyor müdür. Gözleri kapanmadan önce adamın suratını görüyor. O adam…

“Benim” dedi gözlerinin önünden aniden yok olan görüntüyü tamamlamak istercesine.

“Pardon?”

“Şey… Benim adım Fuat. Bilgi işlem bölümünün başındayım.”

“Pekala Fuat Bey, bugün biraz dalgınsınız galiba? Buyurun sizde oturun, başlayalım”

Terliyordu. Durmadan terliyordu. O kadınla, o arabada ne işi vardı? Konuşmalarına bakılırsa kadını ölüme kendi elleriyle götürüyordu. Nasıl birini öldürebilirdi ki, kimdi bu kadın? Üstelik kullandığı arabayı hayatında hiç görmemişti. Kendi arabasına hiç benzemiyordu, yepyeniydi. İnsanların nasıl öleceklerini görmeye alışmıştı ama, birisini öldüreceğini görmek çok farklıydı. Kafasından binlerce düşünce geçiyordu. Kadına neler olacağını söylemeliydi. Ama nasıl yapabilirdi ki bunu? Onu öldüreceğini nasıl söyleyebilirdi? Kadının kaçması gerekiyordu. Hem de hemen gitmesi gerekiyordu buralardan.

“Toplantı bitmiştir arkadaşlar, hepinize iyi çalışmalar.”

Herkesin odadan çıkmasını bekledikten sonra kadının masasının önünde doğru yürüdü. Ne söyleyeceğini gerçekten bilmiyordu.

“Selma Hanım…”

“Buyurun?”

“Sizinle biraz konuşabilir miyiz… Özel.”

“Çok isterdim Fuat Bey ama şu an gerçekten işim başımdan aşkın. İş çıkışına kadar bekleyemez mi?”

“Tabii…” dedi. “Bekleyebilir.”

Bekleyemezdi, ama belli ki beklemek zorundaydı. Biraz önce gördüklerini, yanan demir kokusunun, kadının sarılı elini ve sıcak asfaltta yatan vücudunu gözlerinin önünden silmeye çalıştı. İşine odaklanmalıydı. Akşam olana kadar uğraşacak bir şeyler bulmalıydı.

Bilgisayar kullanmayı asla öğrenemeyen sekreteri ona uğraşacak işler vermekte gecikmedi. Bir cümle yazarken bile bilgisayarı çökertebilecek kadar yetenekli olan bu kadını en yakın zamanda işten atmalıydı. Böyle şeyleri asla beceremezdi. Birini işten atmak, kalbini kırmak… Belki de o yüzden bu kadar uzun süre yanında çalışmasına izin vermişti. Kimseye zarar veremeyen bu adamın kalkıp birini öldüreceği gerçeği onu dehşete düşürdü. Sürekli yeni hatalar veren bilgisayarın başında ter dökerken odaklandığı şey işi değildi, olamazdı. Bilgisayarın ekranından yansıyan suratına arada sırada göz ucuyla bakıyor ve kendisinden utanıyordu.

Saat akşam 5’e yaklaşıyor, ofis gittikçe boşalıyordu. Müdürle yüzleşmesine çok az kalmıştı. Biraz heyecanlı, biraz da tedirgindi. Doğduğundan beri onunla birlikte olan bir laneti, daha yeni tanıştığı bir kadına nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Ofiste kendisinden ve müdüründen başka kimse kalmayınca onun odasına doğru tedirgin adımlarla yürümeye başladı. Kapısını çaldı.

“Ah, Fuat” dedi kadın onu görünce. “Bak ne diyeceğim. Sabahtan beri bu işlerle uğraşmaktan su bile içemedim. Buraya yakın güzel bir yer biliyorum. Yemek yerken konuşsak?”

“Aslında o kadar da uzun bir şey değil söyleyeceğim…” diyecek oldu ama müdürü onu durdurdu.

“Ya gel güzel bir yemek yiyelim işte! Hem sizleri de tanımak istiyorum zaten.”

“Pekala” dedi başka şansı olmadığını anlayınca. İşyerinin karşısında, daha önce bir kere bile görmediği bir restorana oturup, daha önce hiç adını bile duymadığı yemeklerin olduğu menüden, daha önce hiç yemediği bir yemek söyledi.

“Ee ne konuşmak istiyordun benimle? Anlat bakalım.”

“Ben… Nasıl anlatacağımı bilmiyorum aslında…”

“Çekinmene gerek yok” dedi gülümseyerek. İşyerindeki dominant havasından eser yoktu. “Bana her şeyi anlatabilirsin.”

Ne demesi gerekiyordu ki?

“Bir gün seni öldüreceğim.”

Hayır, böyle olmazdı.

“Bir araba kazasında öleceksin.”

Hayır, hayır…

Düşünceleri kadının güçlü çığlığıyla bölündü aniden. Herkes dönüp onların oturduğu masaya baktı.

“Dikkat etsenize ya!” dedi müdürü kanlar boşalan elini tutarak. “Ne biçim garsonsunuz siz!”
Müdür, büyük bir bandajla sarılmış eline bakarken adamın kararlı sesini duyuyor…

Garson binlerce özür diliyordu ama tabii ki dilediği özürler elindeki tepsiden düşürdüğü bardağın kan içinde bıraktığı elin iyileşmesini sağlamıyordu. Büyük bir cam parçası eline saplanmıştı kadının.

“İyi misin?” diye sordu Fuat endişeyle.

“Sence?” dedi kadın ona sinirle bakarak.

Kimin çağırdığı belli olmayan ambulansın içinden çıkan sağlık görevlileri onu profesyonelce ambulansa taşıdılar. Ambulansın arkasına onunla birlikte binen Fuat, orada olup olmaması gerektiğini kestiremiyordu.

“Bu arabamın anahtarı” dedi kadın acı dolu suratıyla ona bakarak. “İşyerinin otoparkından al, hastaneye gel. Ehliyetin var değil mi?”
Araba hızla otoyolda ilerliyor…

“Var…”

Şoförden hangi hastaneye gittiklerini öğrendikten sonra işyerinin otoparkına doğru koştu. O arabaya binmemeliydi. Ama binmezse nasıl açıklardı neden onu hastaneden alamadığını. Arabasının markasını bile bilmiyordu. Otoparkın ortasında durup, elindeki anahtarın üstündeki açma tuşuna bastı. Otoparkın arkalarından, lüks bir arabadan açıldığına dair uyarı sesi geldi. Arabaya doğru koştu ve çabucak içine oturdu. Bu o arabaydı, gördüğü araba. Anahtarı kontağa soktu ama çevirmedi. Düşünmesi gerekiyordu. Vakti var mıydı? Bunu engellemek için yapabileceği bir şey var mıydı? Belki birkaç saat sonra, bu arabayla öyle büyük bir kaza yapacaktı ki. Artık kadına onu öldüreceğini ve kaçması gerektiğini söylemesi bir şeyi değiştirmezdi. Onu öldürmeliydi. Laneti ona bunu emrediyordu. Arabayı çalıştırıp hastaneye doğru sürmeye başladı. Düşünmek istemiyordu artık. Düşünecek bir şey yoktu. Hastanenin kapısında onu elinde büyük bir bandajla bekliyordu kadın.

“Beceriksiz herif” dedi sinirli sinirli. “Bir daha asla orada yemek yemeyeceğim.”

Cevap vermedi. Nereye süreceğini bilmiyordu. Kadının bir şey söylemesini bekliyordu, ama onun yaptığı tek şey garsona küfürler saydırmaktı. Otoyolu yarıladıklarında aklına geldi eve gidiyor olduğu.

“Nereye gidiyorsun sen? Ulus’ta oturuyorum ben”

“Gideriz…”

“Bu yoldan Ulus’a gitmeyi nasıl planlıyorsun acaba?”

“Gideceğim işte, sus iki saniye…”

“Ne diyorsun sen be?”

“Bu arabadan ikimizde inemeyeceğiz! Mutlu musun? Sana söylemek istediğim şey buydu!”
Adam inatla daha fazla gaza basıyor…

“Nasıl yani ya?!”

“Bak benim bir yeteneğim var tamam mı. İnsanların nasıl öleceğini onlara dokunduğumda görebiliyorum…”
Radyodan düşük sesli cızırtılar geliyor…

“Sen delisin!” diye bağırdı. “İndir beni!”

“Bu olmak zorunda” dedi repliğine iyi çalışmış bir oyuncu gibi. “Artık çok geç”

Arabanın kontrolünü birdenbire kaybetti. Her şey film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Camın kırılması, kadının hava yastığının açılmaması. Birdenbire her şey bitti. Her yer simsiyahtı. Saatler, aylar, belki de yıllar geçti. Gözlerini açtı sonunda. Çevresindekileri tam seçemiyordu ama iki kişi olduklarını anladı. Birinin üstünde beyaz bir önlük vardı.

“Günaydın” dedi uyandığını görünce. “Adınızı hatırlıyor musunuz?”

“Fuat…” dedi zar zor. “Neler oldu?”

“Bu kadının kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu diğer adam elindeki fotoğrafı göstererek. Kendisinin ve müdürünün bir fotoğrafıydı bu. Ama işin garip kısmı bunun bir düğün fotoğrafı olmasıydı.

“Benim kim olduğumu biliyor musun?” dedi beyaz önlüklü adam. “Ben senin doktorunum”

Hatırlamıyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. O kadının gelinliğin içinde ne işi vardı? Ve ne zaman evlenmişlerdi… Bilmiyordu.

“Yanımda Selma vardı… O nerede?”

“Yanınızda kimse yoktu Fuat Bey” dedi doktor. “5 yıl önce vardı, ama bugün yok.”

“Nasıl yani? Araba nerede? İşyerine gitmem gerekiyor…”

“Bu odadan çıkmayacaksınız Fuat Bey” dedi doktor. “Zaten hiç çıkmadınız.”

“Ne diyorsunuz siz? Dışarıdaydım ben… Birini öldürdüm!”

“Elinizi açın” dedi doktor. Onun dediğini yapmaktan başka bir şansı yoktu. Elini açtığında, çok fazla sıkılmaktan buruş buruş olmuş bir gazete kağıdı gördü. Bir 3. Sayfa haberiydi bu. Ölüm, dehşet ve aşk…
Düğünden sonra yoldan çıkan araba gelini öldürdü…

“Ben gidiyorum” dedi doktor gülümseyerek. “Birkaç saat sonra tekrar kahveni alacaksın, işyerine gideceksin ve müdürünü öldüreceksin. O yüzden, görüşmek üzere.”

Doktor odadan çıkarken gazete kağıdını tekrar eline aldı ve avucunu kapattı. Gözlerini kapattı, düşünmek istemiyordu. Üstüne bir ağırlık çöktü. Her yer yeniden simsiyah oldu. Uzaktan boğuk bir ses duyuyordu. Ses giderek netleşti…
“Beyefendi, buyurun kahveniz.” 

8 Mart 2010 Pazartesi

Daybreakers

Güzel ütopya, eksik senaryo...

The Spierig Brothers'ın "Undead"den sonraki yeni filmi "Daybreakers" güçlü oyuncu kadrosuyla dikkatimi çekti ilk başta. "Alice in Wonderland" e çocuk filmi muamelesi yapılıp da her yerde türkçe dublajlı vizyona sokulması üzerine gidilebilecek eli yüzü düzgün tek film bu gibi gözüküyordu. Açıkçası "Twilight" ın yeniden başlattığı vampir sineması furyasından sonra vampir filmlerine biraz önyargılı yaklaşmaya başlamıştım. Ama "Let the Right One In" beni hayal kırıklığına uğratmadığından hala bu konuda güzel filmler ortaya çıkabildiğini anladım ve "Daybreakers" a büyük umutlarla girdim. Belki de yaptığım en büyük hata buydu.

Ethan Hawke ve Willem Dafoe'lu güçlü kadrosuyla "Daybreakers" 2019 yılında geçen bir vampir hikayesi. Neredeyse tüm dünyanın vampir olduğu bir dönemi anlatan film, insanların tükendiği ve kanın yerini dolduracak yapay kanın bulunmasının zorunlu olduğu bir kriz ile başlıyor. Yapay kanı bulmaya çalışmanın yanı sıra gizli gizli insan ırkının son mensuplarını yakalayıp, zengin müşterilerine gerçek kan verme uğraşında olan bir şirketin çalışanı olan Ethan Hawke'ın dönen dolapları anlaması çok güç olmuyor. Sonunda bir vampir olarak, bu insan avından kaçmaya çalışan bir grubun arasında buluyor kendini. Ancak bu görev için kendini yırtan kardeşi ve şirketin çılgın müdürü peşindeyken işi çok da kolay olmuyor. Willem Dafoe'nun başını çektiği bu insan grubuyla birlikte vampirleri, insanlığa geri döndürmek için bir tedavi yöntemi bulan Ethan Hawke bu tedavi yöntemini vampirlere de bildirmek isteyince işler karışıyor...

"Twilight" ın eşcinsel vampir görüşünün yanında, "Daybreakers" köklere geri dönüş yapmasıyla dikkat çekebilir. Ancak falso verdiği tek nokta vampirlerin patlayarak ölmesi. Bu değişik vampir yorumları benim canımı sıkmaya başladı artık. Nerede kaldı o Nosferatu'lar, The Lost Boys'lar ve The Interview with the Vampire'daki klasik vampirler? Niye vampirleri tekrar yorumlama gibi bir uğraş içine girdiklerini anlamıyorum insanların. Yani bu belli özelliklere sahip, fantastik bir ırktır sonuçta. Bu özellikleri yorumlama ihtiyacı niye güdüyor ki insanlar? Anlamıyorum.

Spierig kardeşlerin yarattığı ütopya gerçekten tadından yenmez olmuş. Gündüz korunma sistemine sahip arabalar, vampirlerin doğası düşünülerek yapılan evler, binalar ve alışveriş merkezleri, o düzende oluşturulmuş evler... En ince detayına kadar düşünülmüş bir ütopyayla karşı karşıyayız ve bu gerçekten filmi kült haline getirebilecek derecede iyi yansıtılmış filmde. Filmin başı ve ortaları gayet hareketli ve orjinal geçsede, sonu çok klasik ve havada bitiyor. "Daybreakers 2" gelecek mi bilmiyorum ama o kadar aksiyondan sonra bu kadar soru işaretli ve anlamsız bir son yapmak gerçekten olmamış. Bu yüzden senaryosu eksik bir film diyebiliriz.

Filmin görüntü yönetmeni gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Her sahnenin detayları, ışıkları ve vermesi istenilen duygu çok ince düşünülmüş.

Ayrıca Ethan Hawke'ın canlandırdığı Edward karakteri bence "Twilight" ın Edward'ına açıkça bir dokundurma. Ve o kadar güzel bir dokundurma ki ayakta alkışlanması lazım. "Vampir öyle olmaz, böyle olur" demişler resmen. Ethan Hawke, Willem Dafoe ve Sam Neill muhteşem oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. Film minimalist diyologlar ile ilerlese de bir an bile seyirciyi sıkmamasıyla da bir artı puan daha kazanıyor.

"Daybreakers" izleyebileceğiniz en iyi vampir filmi olmasa da kesinlikle görülmeyi hakediyor. Yarattığı ütopyayı vampir seven, sevmeyen herkesin tecrübe etmesi gerektiğini düşünüyorum. Senaryoda eksiklikler olsa da, Ethan Hawke ve Willem Dafoe'nin döktürdüğü bir çok sahneyi izlemek için bile verdiğiniz paraya değecek bir film. Gidin, görün. Pişman olmayacaksınız. 

29 Ocak 2010 Cuma

Ada : Zombilerin Düğünü

"Biz düğündeydik ya..."

1970 yılında çekilen "Ölüler Konuşmaz Ki" yi saymazsak (ki sayılacak gibi değil) Türk sinemasının ilk zombi filmi "Ada". En baştan söyleyeyim de içimden atayım, film beni bir hayli etkiledi. Salona girmeden önce gerçekten böyle bir filmle karşılaşacağımı bilmiyordum. Hele hele posterin üstüne yapıştırılan "korku-komedi" ibaresi, beni daha filme girmeden korkuttu. Yine kötü, klişe bir komedi adabıyla çekilmiş, çalıntı bir film bekliyordum. Ama gelin görün ki, işler beklediğim gibi yürümedi...
Film, "The Blair Witch Project" ten beri, düşük bütçesi olan sinemacıların hatalarını kapamak için başvurdukları yöntem olan (J.J Abrams'ın "Cloverfield"ini saymazsak) "el kamerasıyla çekim" mantığıyla ilerliyor. Bir arkadaşlarının Büyükada'daki düğününe gitmek için yola çıkan bir arkadaş grubunun içindeki gönüllü düğün kameramanının merceğinden izliyoruz bütün filmi. Gittikleri düğünü bir anda zombiler basınca, iş bir hayli değişiyor tahmin ettiğiniz üzere...
Filmin sağlam bir konusu yok, eyvallah. Ama o kadar muhteşem bir doğallığı var ki... Türk yönetmenlerin "türkler olsa ne yapardı" konulu çektikleri filmlerin hepsine bir cevap niteliğinde olmuş adeta. Arkadaşların ilişkileri, tepkileri... Özellikle Ozan Ayhan'ın hakkını vermek gerekiyor. Adam sanki gerçekten olayın içindeymişçesine oynamış ve bir an bile fire vermiyor oyunculuğu. Sadece o değil, bütün oyuncular için bu geçerli.
Film sadece korkuya ve komediye değil, bir sürü yere de el atıyor ve her el attığı konuda başarılı oluyor. AKP yönetiminden tutun da, Fenerbahçe'nin ünlü oyuncusu Guiza'ya kadar yapılan manşet muhabbetleri mi istersiniz, saf bir aşk hikayesi mi... Filmin içinde hepsi mevcut.
Aslında filmi izlerken içinizden şunu diyorsunuz; "Evet, benim başıma gelse, bende böyle yapardım." Filmdeki karakter çeşitliliği ve el attığı konuları, diyalogları unutmayan senaryo yapısı filmin en büyük başarısı.
"El kamerasıyla çekim" tekniği bana düşündürdüğü gibi, size de bir "Quarentine'den çalmışlar" ya da "Paranormal Activity mi lan bu?" sorularını düşündürebilir. Ama gelin görün kü, aklınıza gelen her soru filmin muhteşem akışıyla kafanızdan silinecek.
Filmde gördüğümüz yüzlerce zombi, Türkiye'nin "zombisever"leri tarafından canlandırılmış. Bu sinema dalını takip eden insanlar gönüllü olarak filmde oynamışlar. Zombilerin makyajları ve gerçekçilikleri ise bir o kadar göz kamaştırıcı. 
Filmin süresi de, kameramanımızın kasedinin süresiyle sınırlı olduğundan, öyle derin bir konu, muhteşem bir final beklemeyin sakın filmden. Zaten film size bunu vermeyeceğinin sinyallerini veriyor. İlk filmlerinde, düşük bütçelerinden gocunmayıp eksiksiz bir film ortaya koyan genç yönetmenlerimiz Murat Emir Eren ve Talip Ertürk'ün de hakkını vermek lazım. Bu film umarım iyi bir gelir sağlar onlara da, zekalarını ve sinemalarını daha ileride de bize gösterebilirler...
Filmin sürpriz konukları arasında usta oyuncu Taner Birsel ve "Hatırla Sevgili"den hatırlayacağımız, bayağı bir geyik konusu olan zombimiz Cansel Elçin var. Konuk oyuncular ve ara hikayeler filme çok iyi serpiştirilmiş gerçekten.
"Ada", derin bir hikayeye yönelmekten çok, hayatta kalma duygusuna, zor zamanda içinde bulunulan psikolojik durumlara parmak basmış ve "Türk zekası" dediğimiz şeyi tıpkısının aynısı bir gerçeklikle beyazperdeye taşımış bir film. Hatta karakterler o kadar bizden, film o kadar gerçekçi ki, filmin yarısında salona tekrar geri giderken, hangi filmde olduğumuzu soran görevliye; "Biz düğündeydik ya..." diye bir cevap yapıştırmama sebep olmuştur bu gerçeklik. Espri falan yapmak değildi niyetim, sanki gerçekten o düğündeydim ben...

26 Ocak 2010 Salı

9


Büyüklere animasyon

Sinema dünyasının 2 büyük dahisini prodüktör olarak arkasına almış, yönetmen koltuğuna daha ilk uzun metraj filmini çekmeden "son 10 yılın en çok gelecek vaad eden yönetmeni" ünvanını üstüne yapıştırmış Shane Acker'ı oturtturan bir animasyon "9". Bunun belki de en büyük sebebi, "9" un 2005 yılında yine Shane Acker tarafından hayata geçirilen bir öğrenci projesinden, en iyi kısa animasyon dalında Oscar'a aday gösterilmesine kadar giden bir serüven. Bakalım "9" neymiş, niye bu kadar ilgi toplamış...
İlk önce söylemem gereken bir şey var ki, kesinlikle küçük izleyicilere yönelik bir animasyon filmi değil "9". Dokundurduğu yerler ve verdiği mesajlarla çok geniş bir konsepte oturtmaya çalışmış kendini. Ama becerebilmiş mi, orası şüpheli işte.
Orwell ve Huxley'nin "gerçekleşmesi istenmeyen ütopyaları"na sırtını dayayan "9" un senaryosu kısaca şöyle bir ortamda ilerliyor; Bir bilim adamının yaptığı çalışmalar sonucunda, makinelere gerçek bir düşünme mekanizması sağlamasıyla makineler çoğalmaya ve kontrolden çıkmaya başlıyorlar. Bunun üzerine bilim adamımız, tüm insanların yok edilmesinden sonra makinelerin durdurulabilmesi için 9 tane bez bebek üretiyor. Bu 9 bebeğin de anlamı ve görevleri başka... 1; bu popülasyonu korumak için, 2; onlara ilham vermek için, 3 ve 4; onlara öğretmek için, 5; yol göstermek için, 6; yönetmek için, 7; savunmak için, 8; himaye altında tutmak için ve son olarak ana karakterimiz 9 ise onları kurtarmak için görevlendirilmiş. Bu düzende her şey yolunda gidiyor, taa ki 9 dünyaya ayak basana dek...
Koruyucuların kabul görmemesi, ütopyalar ve makineleşme üzerine söyleyecekleri var filmin, ancak bunlar belki de tamamen filmi uzatmak için yapılan şeyler. Tahminimce, kısa animasyon "9" un başarısı üzerine, Tim Burton ve Timur Bekmambetov'un da parayı bastırmasıyla ortaya verilen süre içinde yeni bir fikir atamayan Acker'ın, "Hadi şu 9'u uzun metraj yapayım" isteğinden kaynaklanan bir boşluk var filmde. Filmin, oldukça kısa bir süresi var üstelik. Söylemek istediği şeyler hakkında gerçekten bir fikri olduğunu sanmıyorum genç yönetmenin, yoksa kısa metraj "9"un, zorla uzatılmış bir versiyonu gibi gözükmezdi bu film.
Yaklaşık 1 saat 15 dakikada, şu ana kadar bildiğiniz tüm düşüncelerden, toplum yapılarından ve ütopyalardan dem vurmaya çalışan "9", gişe yapacağı daha proje aşamasında belli olduğundan çok derine inmemiş ve inmekten korkmuş belli ki. Bu yüzden filmin değeri gözümde bir hayli düşüyor.
Filmin animasyon olarak başarısı ise gerçekten harikulade. "Disney animasyonu" klişesini aşıp, kendi görselliğini ve dilini yakalayabilen çok az animasyondan biri olmuş "9". Bu konuda sınıfı hakkıyla geçiyor.
Seslendirmelere gelince, "9"u, biricik Frodo'muz Elijah Wood'un seslendirmesi bir hayli hoş olmuş. John C. Reilly ve Jennifer Connely gibi tanıdık simaların sesleriyle hayat verdikleri diğer karakterlerde bir hayli başarılı.
Film bu kadar şişirilmiş bir ilk uzun metraj animasyon denemesi olarak, teknik konusunda sınıfı bir hayli iyi bir notla geçiyor. Ancak senaryonun derin yapılmaya çalışılması ve buna nazaran ortaya çıkan basitliği filmi sınıfta bırakıyor. Çok daha iyi senaryoları olan animasyonlar izledim bu sene, "Up" gibi. "9", gerçekten senaryosuna dikkat edilse ve anlatmak istediklerini bir kaç aksiyon sahnesini es geçip beyazperdeye dökebilseymiş, bir klasik olacakmış. Ama şu haliyle sadece başarılı bir animasyon olmaktan öteye gidemiyor...