27 Aralık 2009 Pazar

Saw VI


"Abarttılar" diyenlere cevap olsun...
  
Şimdi baştan şunu söyleyeyim; ben devam filmlerine tamamen karşı bi insanım. Bir filmin devam edebilmesi ve bu devamın hikaye kopukluğu olmadan tıkır tıkır işleyebilmesi için, filmde ve senaryoda 3 unsur ararım:
1) Kendi evrenini yaratabilmesi
2) Kendi kurallarını koyabilmesi
3) Hikayenin akışı ve sonlandırılması için gerçekten bir devam filmine ihtiyaç oluşu.
Şimdi yukarıda aradığım unsurlara bakınca "Saw" serisi hepsini benliğinde taşıyor. Pekala, ilk film yeterli olabilir, "Saw" bir evren olarak yaratılmayabilir ve tadında bırakılabilirdi, buna sonuna kadar katılıyorum. Amma velakin, "Saw" ı izleyen filmler, bize Jigsaw'ı tanıma olanağı sağladı. 
 Onun sinsice işleyen beynine belki biraz olsun girebildik ve bu oyunları hazırlama amacını hem duygusal, hem de mantıksal olarak anlayabildik. Serinin kötü filmi var mıydı derseniz, açıkçası hiç bir filmi "kötü" olarak nitelendiremiyorum şöyle bir geriye dönüp bakınca. Tabii ki vasat filmler oldu, ilk filmin başarısının üstüne geçmeye çalışan ve bunu başarabilen filmlerde oldu aynı zamanda. Ama bizim önümüzde şimdi serinin 6. filmi var. Bakalım neler olmuş...
Jigsaw'ın öldürülmesinin üstünden uzunca bir zaman geçmiş, yerine bıraktığı varisi Ajan Hoffman onun izinde cinayetleri sürdürmektedir. Ancak 5. filmde gördüğümüz üzere, Jigsaw ölmeden önce karısına bir kutu bırakmıştır ve bu kutunun içeriğini 5. filmde öğrenememişizdir. İşte "Saw 6" tam burada olay örgüsüne girişini yapıyor ve hedeflediği soruları cevaplandırmadan peşlerini bırakmıyor.
Bu sefer "Saw" serisi hafiften politik olaylara da değinmiş. Belki Michael Moore'un "Capitalism : A Love Story" filminin başarısının ardından artık böyle işlerin sattığını düşündüklerinden olabilir. Ama iyi ki de yapmış çünkü bu şekilde film daha dolu ve daha anlamlı duruyor. Açıkçası, politik konuların abartılarak veya önemsenmeyerek değil de, tam tadında işlendiğini düşünüyorum.
Filmi izlerken, Jigsaw'ın geçmişi hakkında bilmediğimiz şeyler ortaya çıkıyor ve ölmesine rağmen hala oyunu nasıl elinde tuttuğunu görebiliyoruz.  Aslında bu etkileyici bir şey tabii ki, sonuçta ileri derecede kanser olmuş yaşlı bir seri katilden bahsediyoruz. Zekasının daha ne kadar ileri gidebileceğini düşünmek bile izlerken tüylerinizi ürpertiyor.
Bu filmde bir diğer şahit olduğumuz konu, Jigsaw'ın mirasının paylaşılamaması. Tabii ki bu denli cani bir seri katilin miras konusu da hayli kanlı oluyor dolasıyla. "Saw" serisine yeni adım atmış yönetmenimiz Kevin Greutert, görevini bir hayli büyük bir başarıyla yerine getiriyor. Eski filmlere bağladığı serinin 6. ayağı, kafamızdaki soru işaretlerine tatmin edici cevaplar vermekle kalmayıp, belki de en sağlam oyun senaryosuyla karşımıza çıkıyor.
"Saw", artık kendi evrenini yaratmış ve bu evreni oturtmuş bir seri. Tüm karakterler gelişme süreçlerini sona erdirip, filmin içinde büyümeye başlamışlar artık. Bu açıdan Greubert'in yönetmenliği kesinlikle seriye yeni bir soluk getirmekte. Ayrıca Charlie Clouser'ın müzikleri serinin her filminde daha bir güçleniyor sanki. Bu filmdeki elektronik denemeleri gerçekten kulak kabartmaya fazlasıyla değecek cinste.
Filmin "oyun"undan da biraz söz etmekte fayda var; Jigsaw'ın ölmeden önce bağlı olduğu sigorta şirketi, onun kanser tedavilerini kabul etmemiş ve ödemeyi reddetmiştir. Jigsaw'ın aklında artık bu idam fermanı imzalayan insanlara acı çektirmek vardır. Ölmeden önce karısına bıraktığı kutudan 6 zarf çıkar, son oyunda bu 6 kişinin hayata karşı isteklerinin test edilmesini istemektedir. Ancak Hoffman ve karısı Jill arasında çıkan miras kavgaları oyunu asıl amacından saptırıp, bir güç gösterisi haline sokmaya başlar...
"Saw" hakkında oldukça fazla şey duydum. "Çok iyi abi, sonuna kadar devam etsin" diyenlerden tutun da, "Abarttılar, bokunu çıkarttılar" diyenlere kadar. İşte, bu film "Abarttılar" diyenlere cevap olsun diyorum sadece. Serinin hayranları zaten filmi çoktan izlemişlerdir, ama sırf bu filmi izleyebilmek ve bu evreni tecrübe edebilmek için, başlamayanların en kısa zamanda bir yerinden tutmasında fayda var. Sinema dünyasının en büyük gerilim şaheserini ve en zeki seri katilinin hikayelerini kaçırmayı kimseye tavsiye etmiyorum....

25 Aralık 2009 Cuma

Dabbe 2


Hasan Karacadağ'dan "iyi niyetli" bir korku denemesi daha...

Bundan 3 sene önce "Dabbe" vizyona girdiğinde, daha ilk günden sinema koltuğunda yerimi almıştım. Bunun sebebi Hasan Karacadağ'ın muhteşem bir film yapmış olduğundan emin olmam değildi. "Dabbe" Türkiye için bir ilkti. İlk defa bu kadar saf bir korku denemesi yapılmış ve ilk defa gerçekten bir korku örneği islam kıyamet alametlerine sırtını dayamış bir senaryoyla karşımıza çıkmıştı. Çoğu insanın aksine ben "Dabbe" yi başarılı bir film olarak buldum. Her zaman söylüyorum, başarı (hele hele yeni oturan bir sektörde) en üst düzeylerde aranmamalı. "Dabbe" ile, bütçesine ve imkanlarına göre elindekinin en iyisini yapmıştı Karacadağ, ve bir korku örneği olarak tatmin edici bir çalışmaydı.
Karacadağ, kutsal kitapta bulunan 3 kıyamet alametine de ayrı ayrı filmler çekeceğeni söylemişti. Dabbe, Duhan ve son olarak Deccal.  "Dabbe 2", Duhan yeryüzüne indiğinde neler olacağını anlatıyor. Pardon, anlatmaya çalışıyor. Zira ne "Dabbe" kadar güçlü bir senaryosu, ne de serinin 2. ayağı olduğuna dair bir belirti taşıyor içinde.
"Dabbe 2" nin hikayesi kısaca şöyle : Karısını kaybetmiş bir adam ve yeni karısı Melis, adamın eski karısından olan kızı ve bir kaç arkadaşını almak için yola çıkmasıyla açılıyor filmimiz. İstanbul oldukça kasvetli, kara bulutlar sarmış her tarafı. Aslında bulut sandığımız şeyler Duhan'dan başka bir şey değil. Ve 5 kişinin bulunduğu eve, siyah duman saldırıları başlıyor ve bir buçuk saat süren hem bize, hem onlara işkence başlıyor.
Hatırlarsanız, "Dabbe" de iyi kurulmuş bir olay örgüsüyle karşı karşıyaydık. Bütçe sıkıntısı yüzünden çok iyi (tamam açık konuşayım, berbat) oyuncuları olmasa da en azından Dabbe'nin ne olduğunu, nasıl yayıldığını ve sonunda nasıl bir kaosa yol açtığını adım adım izlemiştik. Bu filmde Duhan'ın adı bile geçmiyor, benim bilmemin sebebi filme gitmeden önce ufak bir araştırma yapmış olmam. Neyin neden olduğu asla bilinmiyor. Sadece 5 kişinin birer birer katledilmesini izliyoruz film boyunca. Karacadağ, belki bu filminde o insanlar gibi hiç birşeyden haberdar olmamamızı istemiş olabilir ama maalesef sinemada böyle bir kurgu ve böyle bir senaryo anlayışı yok. Film sürekli bir sonuca varmaya çalışan, giriş ve gelişmeye sahip olmayan, eksik bir yapım.
Karacadağ'a ilk filminde iyi niyetli olduğu için hak vermiş ve "Dabbe" yi sevmiştim ya, şimdi "Dabbe 2" de gittikçe kötüleştiğini görünce şaşırdım açıkçası. "Dabbe" büyük eksiklerine rağmen 2. nin yanında oscarlık bir film gibi kalıyor.
Üstelik "Dabbe" yi izledim, 2. yide izlemeden olmaz mantığıyla hareket etseniz bile, filmin ilk ayağıyla gerçekten ufak bir alakası bile olmaması beni hayal kırıklığına uğrattı. Aslında çok güzel bir şekilde çekilebilecek bir filmken, konunun ve tüm iyi niyetin suistimal edildiğini görüyoruz filmde.
Saydığım bu kadar kötü özelliğin yanında "Dabbe 2" dünyaca bir ilke imza atması konusunda önemli bir konuma girebilir belki. Filmde kullanılan sesler, Karacadağ ve ekibi tarafından gece geç saatlerde, ıssız yerlerde, düşük frekansta kayıt yapan cihazlar tarafından kaydedilip dijital ortamda bizim duyabileceğimiz desibellere getirilmiş. Sonuçta dünya üzerinde bizim duyamayacağımız desibellerin olduğu bir gerçek (örneğin dünyanın dönerken çıkardığı sesi duyamamamız gibi). Bu açıdan bir ilki gerçekleştiren Karacadağ, bu teknik için patentini bile almış durumda. Umalım ki serinin son ayağı "Deccal" de, bu ilk denemesine fazla kafa yormadan, kafasını filmin senaryosu için çalıştırır da, sinemasının kötü bir yere doğru gittiğini düşünen bendenize okkalı bir cevap yapıştırmış olur. 
Hakkını vermek lazım, Hasan Karacadağ yine bir şeyler yapmaya çalışmış ve seyirciyi koltuğunda huzursuz etme konusunda hala başarılı. Özellikle İstanbul'daki kaosu gösteren sahneler, köprünün yıkılması gibi çalışmalar gayet başarılı olmuş. Ama artık Karacadağ'ın, 2 uzun metraj filmden sonra (ve bu filmlerin iyi gişe yaptığını da hatırlatmak gerek) daha ciddi ve daha başarılı işlere imza atması gerek. O film çektikçe ve gişe yaptıkça, ondan bir şeyler bekleyen seyirci sayısı da artıyor. Artık 3. uzun metrajını çekmiş bir yönetmende iyi niyet aramaktan çok profesyonellik aramak gerektiğini düşünüyorum. 
İlaç olsun diye "Dabbe" yi izleyeceğim şimdi. Karacadağ'nın sineması hakkında hala umutlu olmak istiyorum. Yapabileceğini ve güzel işler ortaya koyabileceğini "Dabbe" de ve "Semum" da gördük, "Dabbe 2" yi hiç olmamış, çekilmemiş bir film olarak saymaya çalışacağım.
Umarım "Dabbe 2", Karacadağ sineması için bir kıyamet alameti değildir...

Zombieland


"Shaun of the Dead"in Amerika şubesi...

 Bundan 5 sene önce "zombili romantik komedi" sloganıyla vizyona giren (Türkiye'de giremeyen) "Shaun of the Dead"in başarısının üstüne yatmak isteyen bir film gibi gözüküyor "Zombieland". Ama işin aslı öyle değil, iyi ki de değil. Tabii ki "Shaun of the Dead" kadar amatör ve bağımsız bir yapım değil. Üstüne bir hayli para harcanmış, Woody Harrelson'ı başrole oturtturmuş, son zamanlarda oldukça iyi işlere imza atan genç oyuncuları da arkasına alarak 90 dakikalık eğlenceli bir serüven yaratmış bize. Ama acaba "Zombieland" yapmak istediğini tam olarak yapabilmiş mi, bu yazıda onu inceleyeceğim.
Önce filmin konusundan bahsetmekte yarar var. Amerika, bir zombi salgınıyla karşı karşıyadır. Ülkenin neredeyse tamamı zombi olmuşken, kendini korumak için belli kurallar geliştirmiş olan Columbus (Jesse Eisenberg) hayatta kalmayı başarmıştır. Yolda karşılaştığı ve profesyonel bir zombi avcısı olan Tallahesse (Woody Harrelson) ile birlikte yolculuğuna devam eder. İkili ilk başta çok da iyi anlaşamasa da dostlukları pekişir. İki dolandırıcı kız kardeşin de ilk başta onları rehin alarak aralarına katılmasıyla birlikte yolculuk gittikçe eğlenceli ve ilginç bir hal almaya başlar. Columbus ile büyük kız kardeş Wichitta (Emma Stone) arasındaki cinsel gerilim, küçük kız kardeş Little Rock (Abigail Breslin)'ı tedirgin etmektedir. "Kimseye güvenme" kuralını hayat tarzı edinmiş 4 kişinin, insanlara güven duymayı öğrendikleri bu yolculuk onları asla tahmin etmeyecekleri kadar değiştirecektir...
Farkettiğiniz gibi karakterlerin belirli isimleri yok. Bunun sebebi birbirlerine güvenmemelerinden kaynaklanıyor. Columbus ve Tallahesse bildiğiniz üzere Amerika'daki iki eyaletin başkentlerinin isimleri. Kız kardeşlere de taktıkları Wichitta ve Little Rock, birinin "cadı kadar kurnaz" olmasından, diğerinin ise 11 yaşında olmasına rağmen oldukça güçlü olmasından kaynaklanıyor.
"Zombieland"i, "Shaun of the Dead" den ayıran en büyük fark, zombi filmlerini ti'ye almıyor oluşu belkide. "Zombieland" farklı bir havaya sahip bir zombi filmi olmaya çalışıyor. Ve açıkça söylemek gerekirse bunu çok iyi ve çok eğlenceli bir şekilde beceriyor. Woody Harrelson'ın oyunculuğu filmi her zaman dorukta tutan en büyük unsurlardan biri. Genç oyunculardan Abigail Breslin'i "Little Miss Sunshine"ın küçük şirin kız çocuğu olarak hatırlayanlar o karaktere elveda diyebilirler. Burada elinde tüfeklerle koşturan ve zombileri büyük soğukkanlılıkla katleden küçük bir çocuktan bahsediyoruz sonuçta. İşin komik kısmı ise Abigail Breslin'in filmi izlemek için yaşının tutmaması. Tamamen yetişkinlere yönelik vahşet içerikli sahneleri, argodan vazgeçmeyen diyalogları ve utangaç cinselliğiyle "Zombieland" herkese uyan bir film olmayabilir."Rocker" filminden hatırlayacağımız bas gitarist Emma Stone ise üstüne düşen görevi yapıp filmin "seksi kızı" oluyor. "Zombieland"in çılgın bakiri Jesse Eisenberg ile karşılıklı oynadıkları sahnelerde ikisinin de ne kadar çok gelecek vaat eden oyuncular olduğuna tanık oluyoruz. Bu 4'lüyü izlemek gerçekten keyifli.
İşin teknik kısmına gelirsek, komedi öğelerinin yanında biraz da duygusallık üstüne kurulmuş bir senaryoya sahip olmaya çalışmış "Zombieland". Ama karakterleri oturtmakta zorluk çeken senaryo yüzünden, filmin vermek istediği duygusallık asla içinize işlemeyen, yapay bir duygusallık olmaktan öteye maalesef gidemiyor."Shaun of the Dead" de tanık olduğumuz kusursuz senaryo ve göz kamaştıran yönetmenlikten burada pek fazla bulamıyorsunuz.
Film kesinlikle kötü bir film değil, ama kötü olmaması onu bir başyapıt yapmıyor. İzlenip, iyi vakit geçirebileceğiniz bir film "Zombieland". Ama baştan söylemeliyim ki, güçlü bir mideye ihtiyacınız olduğu kesin. Zira film vahşet sahneleri konusunda fazlasıyla cömert. Yine de ben herkese hala "Shaun of the Dead"i öneriyorum. Keyifli vakit geçirebileceğiniz bir film "Zombieland". Kimse bir "Shaun of the Dead" kadar başarılı bir zombi parodisi beklemesin. Tabii "Scary Movie" serisi kadar da basit bir komedi de...

Başka Dilde Aşk


Oh Yes!


Filmin bitiminde "İşte bu!" diye bağırmak istediğimle başlamak istiyorum bu yazıya. Filmden çıkalı 20 dakika falan oldu sanırım. Eve gelip direk bu yazıyı yazmaya başladım. Sebebi "yazayım da bitsin" dememden değil, kesinlikle bu yazıyı hala filmde yaşadığım duygular sistemimden atılmamışken yazabilme isteğimden. 
Film bir çok açıdan Türkiye için ilkleri temsil ediyor. Harikulade fikirleri ile de el attığı her konuyu derinine inmeden ve onunla hesaplaşmadan bırakamıyor. Mükemmel oyunculukluklar, kusursuz bir senaryo ve göz yaşartıcı derecede iyi bir yönetmenlik filmin bitmemesini istetiyor size. Filmin uzunluğunun kısalığından kaynaklanmıyor bu, zira gayet makul bir uzunlukla karşı karşıyayız. Ama o kadar içten, o kadar yürek burkan, kısacası o kadar sizden, bizden ve bendenki film, daha ne kadar sizi içine çekebilir, daha ne kadar suratınıza küçük bir gülümseme koydurabilir, daha ne kadar elinizdeki içeceği beyazperdeye fırlatacak kadar sinirlenmenize sebep olabilir diye merak ediyorsunuz. 
Filmin konusundan kısaca bahsetmem gerekirse; Zeynep (Saadet Işıl Aksoy), bir partide Onur (Mert Fırat) ile tanışır ve ondan çok hoşlanır. Onur'un sağır ve dilsiz olduğunu öğrenen Zeynep'in ilk tepkisi şu olur : "Oh be! Sonunda konuşamayan bir adam buldum!". Ama gelin görün ki bu işler o kadar kolay değildir. Tek gecelik ilişkileri uzar ve en sonunda birlikte olduklarını kabul ederler. Zeynep'in tepkisi artık "Hiç konuşmadan anlaşabilecek miyiz acaba?" olmuştur. Ama o kadar mutlulardır ki, aile sorunları, iş sorunları ve Onur'un engelinden dolayı sosyal hayatında çıkan sorunlar bir anda yok olur ve ikili aşkın büyüsüne kapılırlar. Kendi aralarında anlaşmayı, birbirlerini sevmeyi ve birbirlerini yaşamayı öğrenirler. Tabii ki her hikayenin bir kötü kahramanı vardır ya, burada bir sürü var aslında. En baştaki kötümüz Emre Karayel'in muhteşem bir sinir bozuculukla canlandırdığı Aras karakteri. Aras, Zeynep'in eski sevgilisi ve Zeynep'in ondan ayrıldığını bir türlü kabullenemiyor. Zeynep, Aras'ın sarkıntılıklarını Onur'dan saklayabileceğini düşünüyor veya en azından bilirse bir şey yapmayacağını. Ama bilmediği bir şey var ki, o da Onur'un sinirlendiğinde kendini kontrol edememe  sorununun ilerde başına türlü işler açacağı...
Hikayeyi anlatamamış gibi hissettim kendimi o yüzden ana hikayeyi bitirip durmaya karar verdim. Filmde o kadar fazla renk, o kadar fazla konu var ve bunlar o kadar güzel bir şekilde işleniyor ki, hepsini anlatmak istesem ne kadar uzun bir yazı olacağını tahmin edemiyorum. "Başka Dilde Aşk" politikaya da, aşka da, sorunlu insanlara da, aile ilişkilerine de, boşanmaya da, ölüme de, ayrılığa da, barışmaya da ve daha saymanın anlamsız olduğu bir sürü konuya da parmağını sokuyor, iyiki de sokuyor diyorum sadece.
Filmin yönetmenliğini, ülkemizde bir hayli zor rastlanan kadın yönetmenlerimizden biri, İlksen Başarır üstleniyor. Senaryosunu başrol oyuncusu Mert Fırat ile birlikte yazdıkları "Başka Dilde Aşk" ta filmi herşeyiyle üstlenen bu ikili ilerde çok güzel işlere imza atacaklarmış gibi geliyor bana.
Filmin müziklerinden de bahsetmek istiyorum biraz. Uğur Akyürek tarafından yapılan film müzikleri, kimi zaman alternatif rock'a, kimi zaman Yann Tiersen usulü piano tınılarına kayıyor. Hele bir de filme final yapan o muhteşem şarkı yok mu... Mor ve Ötesi'nden Ayıp Olmaz Mı? eşlik ediyor Onur ve Zeynep'e filmde. Böylesine "cuk" oturamaz bir şarkı diye düşünüyorum.
Film, engellilerin sorunlarını anlattığı gibi bize aslında onların hiç bir farkının, engelinin olmadığını da anlatmaya çalışıyor. En nihayetinde bu da bir aşk filmi. Ama adı üstünde, başka dilde bir aşk bu.
Filmin size en başta garip gelebilecek özelliklerinden biri altyazılı olarak vizyona girmiş olması olacaktır. Zira film sağır ve dilsizler de izleyebilsin, onlarada ufak bir jest olsun amacı da taşıdığından böyle bir şey yapılmış.
Filmin özelliklerini anlat anlat bitmeyecek sanırım. Ama kesinlikle tavsiye ediyorum ve Türk sinemasının başyapıtlarından biri olduğunu söylüyorum. Tabii ki eser miktarda izleyici çekecek bu film, o şüphesiz. Bizim ülkede sahip çıkılmaz böyle filmlere, biliyorsunuz. Recep İvedik'ler, Avanak Kuzenler gişe rekorları kırar, böylesine güzel filmleri eser miktarda kişi izler. Ama tabii bir ödül alalım bu filmlerle, bir başarı sağlayalım, hemen ne olur? "O bizim filmimiz, Türk filmi o!". İşte bu anlayış yüzünden her alanda kaybediyoruz maalesef. Bu filme de aynı muamele yapıldı. Kanada Film Festivali'nden ödülle döndükten sonra film vizyona sokulabildi anca. Yoksa filmin bir senelik bir geçmişi ve bu geçmiş içinde aldığı bir sürü ödül var...
İşte yine sinemamızın mükemmel bir örneğiyle karşı karşıyayız ama ne yazık ki böyle filmlerin değeri bilinmediği için anca senede bir - iki kere rastlıyoruz böyle yapımlara. Şanslıyız ki iki tanesi aynı hafta vizyona girdi, Vavien'de sinemamızı yarı yolda bırakmadı.
Mert Fırat ve İlksen Başarır ikilisinin yeni bir projeye başladıklarını ve projenin isminin şimdilik "Atlıkarınca" olduğunu söylemek bile beni heyecanlandırıyor. Türk sinemasının iki yeni dahisi, bakalım bu sefer nasıl bir işe imza atacaklar...

24 Aralık 2009 Perşembe

2012


Yılın en büyük hayal kırıklığı...

Ömrü boyunca felaket filmleri çekmeye and içmiş yönetmen Roland Emmerich’in fazlasıyla reklamı yapılan ve bu sayede tüm dünyanın ilgisini çekmeyi başarmış yeni filmi “2012”, 2 saat ve 38 dakikalık bir hayal kırıklığından başka bir şey değil. John Cusack’ın varlığı ve Woody Harrelson’ın göz kamaştıran oyunculuğu filmi bir an bile kurtarmaya yetmiyor. Peki neden böyle oldu, bu yazımda size bunu açıklamaya çalışacağım.
Emmerich’in diğer işlerine göz atmak istiyorum ilk önce. Hepimiz onu ilk büyük süksesi “Independence Day” ile hatırlıyoruz. 1996 senesinde vizyona giren filmi, 6 yaşımda sinemada izlediğimi hayal meyal hatırlıyorum zira filmin yarısında uyumuşum. Tabii yaşım dolayısıyla bu gayet normal ama bence Emmerich’in sinemasından ilerde de hiç hazzetmeyeceğimin küçük bir kanıtı gibi geliyor bu bana. “Independence Day” in yarattığı büyük etkinin üstünden 2 sene geçtikten sonra “Godzilla”yı yaptı Emmerich. Bu felaket filmleri furyasını 2004’te “The Day After Tomorrow”, 2008’de “10,000 BC” ve son olarak 2009’da “2012” kovaladı. Fakat bu süre içerisinde Emmerich sinemasını öyle kalıplar içine soktu ki, bu kendini tekrar etmesini sağladı. Artık seyirci çeken kalıpları, fikirleri sinemasının içine oturtturdu ve bir süre sonra tüm filmleri aynı olmaya başladı.
Gelelim “2012” ye. Bilmeyenler için konuyu tekrar etmekte yarar var. Tabii burada tekrar edeceğim filmin konusu değil, filmin dayandığı efsanenin konusudur. Zira filmin bir konuya sahip olduğunu söylemek gerçekten zor…
Mayaların yaptığı bir kehanete göre “2012” yılında dünya çok büyük bir felaketle karşılaşıp yok olma tehlikesi atlatacak. Bu kehanet her zaman yanlış anlaşılmış ve “Mayalar 2012’de dünya yok olacak demiş” olarak aktarılmıştır insanlara. İşin aslı, Mayalar dünyanın yok olma tehlikesiyle karşılaşacağını söylemişlerdir sadece. Filmde de göreceğiniz üzere Mayaların tahminlerine göre, yer kabuğu yok olmaya başlayacaktır ve büyük depremler, magmanın korkunç hareketleri sonucunda dünyanın bir bölümü (Mayaların tahminlerinde en fazla adı geçen yer Amerika’dır) yok olacaktır.
Filmin işlemeye çalıştığı ama bir türlü toparlayamadığı hikaye ise kısaca şu : Jackson Curtis (John Cusack) yazdığı kitabı tutmamış bir yazardır. Charlie Frost (Woody Harrelson) ile tanıştığında ona hayatını değiştirecek bir bilgi verir ve Mayaların kehanetini öğrenir. Şimdi Jackson eski eşini ve çocuklarını bu felaketten korumak için elinden geleni yapmalı ve güvenli bir yere gitmelidir. Bu arada devlet Çinlilere birkaç adet büyük ve korunaklı gemiler ürettirmiş ve felaket sırasında adı listede olan dünyanın önemli beyinlerini ve bu listeye girebilmek için para döken milyarderleri o gemiye alıp felaketten korumaktadır. Tabii ki Jackson’ın amacı ne pahasına olursa olsun bu gemiye ailesini ve kendisini bindirmekten başka bir şey değildir…
Biraz önce anlattığım hikaye filmin ana hikayesi ve insan filmi izledikten sonra “keşke bu kadarla kalsaymış” diyor. Gerçekten de öyle çünkü Jackson’ın yol boyunca hayatına giren insanlarla ve devletin komplolarıyla birlikte hikaye öylesine dallanıp budaklanıyor ki bir süre sonra takip etmek oldukça güçleşiyor. Bir yerinden yakalayıp takip ettiğinizde ise filmin aslında ne kadar anlamsızca yazılmış bir senaryoya sahip olduğunu fark ediyorsunuz ve işte hayal kırıklığı tam o noktada başlıyor. Dediğim gibi, film sadece Jackson üstüne kurulu olsaymış ve her şey onun gözünden anlatılsaymış film daha güzel bir akışa sahip olabilirmiş.
Filmin asla bir kenara atılmaması gereken iki özelliği var; birincisi özel efektleri, ikincisi ise Woody Harrelson’ın tadı damağınızda kalan oyunculuğu. Filmin özel efektleri için tamı tamına 200 milyon dolar harcanmış. Felaket sahneleri bu yüzden göz kamaştırıcı. Ama şöyle de düşünmek lazım, 200 milyon doları sinemadan azıcık anlayan birine verseniz, illa ki o imkanları bulup o sahneleri çekecektir. Emmerich’in kötü yönetmenliğini ne yazık ki bu da kurtarmıyor.
Woody Harrelson, filmde çok küçük fakat çok önemli bir role sahip. Maya kehanetine kafayı takmış ve bu konuda korsan radyo yayınları yapan Charlie Frost filmin en iyi yaratılmış karakterlerinden biri. Ama sanırım bunun en büyük sebebi Harrelson’ın oyunculuk anlayışı ve kağıt üstünde gördüğü karaktere bir şeyler katma becerisi.
“2012”, bir süre sonra bel dayadığı Maya kehaneti konusunu bir kenara atan, toplamda yarım saat süren özel efekt cümbüşünden gişe yapmaya çalışan ve izlenilebilir tek yanı Woody Harrelson’ın olduğu ilk yarım saati olan bir filmden başka bir şey değil. Ve tekrar söylüyorum ki, kesinlikle senenin en büyük hayal kırıklığı…

Vavien


 Basit bir adamın deneysel hikayesi

"Türk sineması sonunda oturduğunun sinyallerini vermeye başladı" dedim bu filmden çıkarken kendi kendime. İlk başta ne olduğu belirsiz bir sinema anlayışla açıldı "türk sineması" furyası. Sonradan tıpkı edebiyatta yaptığımız gibi batıya özenmeye başladık. Aynı kamera açılarından tutun da aynı jenerikleri bile kullandığımız bu dönemi nihayet geride bıraktık ve türk sineması kendine has özellikler kazanmaya başladı. Tabii ki bu başarıyı sayılı yönetmene ve sayılı filme borçluyuz. Hala ülkemizde Recep İvedik (ki Togan Gökbakar gibi "Gen" filmiyle hünerini konuşturmuş bir yönetmenin hala neden türk sinemasına küfür gibi filmler kazandırdığını asla anlamıyorum), Maskeli Beşler gibi filmler çeken yönetmenler ve bu filmlerin inatla gişe yapmasını sağlayan "köpük" izleyici kitlesi mevcut tabii, ama bilinçli sinema izleyicilerimiz de gittikçe artıyor. Türk sinemasının gelişimini de iki şeye borçluyuz zaten; birincisi bilinçli sinema izleyicilerimize, ikincisi ise korkusuz yönetmenlerimize.
Taylan Biraderler, daha ilk uzun metraj filmleri olan "Okul" dan beri ne kadar korkusuz olduklarını kanıtlamışlardı bize zaten. Hatırlarsanız "Okul" Türk topraklarının ilk adam akıllı korku filmiydi. Tabii şimdi baktığında herkes laf ediyor, yok efendim "ne leş filmmiş" yok işte "öyle makyaj mı olurmuş"... Bir bakın isterseniz o zamanın Türk sinemasına ve Türkiye'de o zamanlar sinema için harcanan paralara. Cem Yılmaz'ın bile bir film çekmek için yıllarca sponsor peşinde koştuğu zamanlardan bahsediyoruz. Kesinlikle Taylan Biraderler'in "Okul" da elde ettikleri başarı, zamanlarına ve imkanlarına göre olağanüstüydü.
Aslında Taylan Biraderler'in denemeleri, "Okul" dan, daha doğrusu beyazperdeden önceye de dayanıyor. 2000 yılında Cine 5 için çektikleri televizyon filmi "Yıldız Tepe" yi hatırlayanlarınız varsa ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır. Şu anın ünlü oyuncuları Ozan Güven ve Özge Özberk'in yanında, Ayla Algan ve Uğur Polat'lı muhteşem bir gerilime imza atmışlardı zamanında.
"Okul" un ardından çektikleri "Küçük Kıyamet" ile de çok büyük bir risk aldılar aslında. 1999 depreminin ardından 7 sene geçmişken ve hala kimi kesimin deprem en büyük korkusuyken, bir de Türk milletinin bu korkusunu kanlı canlı bir şekilde beyazperdeye taşımak büyük cesaretti. İlker Aksum'un unutulmaz performansı ve Doğu Yücel'in itinayla yazdığı senaryoyla akılda kalan "Küçük Kıyamet", tartışmasız topraklarımızdan çıkmış en iyi gerilim örneklerinden biriydi.
Taylan Biraderler'in işlerini ne zaman izlesem aklımdan geçen tek bir şey olur, o da bu iki hünerli kardeşin ne yapıp ne edip bir şekilde "Türk sineması" kavramını en iyi şekilde yansıtıyor oluşlarıdır. Herhangi bir kare, herhangi bir replik farketmez. Öyle buram buram Türkiye kokar ki o yakaladıkları bir an, derim ki işte bu "Türk sineması".
Gelelim "Vavien" e...  Demin bahsettiğim özelliği iliklerime kadar hissettiğim bir film oldu "Vavien". Filmin hikayesinden bahsetmek istiyorum eleştirilerime geçmeden önce.
Celal (Engin Günaydın), kendi halinde geçinip giden bir elektrikçi gibi gözükse de aslında öyle değildir. Karısı Sevilay'a (Binnur Kaya), Almanya'daki babasının gönderdiği paraları keşfeder ve parça parça harcar. Celal'in çok fazla borcu olduğundan, elektrikçilikle hiç bir borcunu ödeyemez. Bu yüzden paranın hepsine ihtiyacı vardır. Tamı tamına 75.000 Euro'ya. Ama bunun için karısının resimden çıkması gerekmektedir...
Celal'in hikayesi, büyük hayalleri olan, basit bir adamın hikayesi. Hayalleri o kadar bencil ve aslında bir bakıma o kadar yurdum insanının hayalleri ki, ona bir yakınlık hissetmekten kendinizi asla alamıyorsunuz. Bu yakınlık sizi korkutuyor tabii, zira karısını öldürme planları yapan bir adama yakınlık hissediyorsunuz sonuçta. Ama Engin Günaydın'ın muhteşem oyunculuğu ve Taylan Biraderler'in şaşırtıcı derecede kusursuz yönetmenliğiyle bu yakınlık film ilerledikçe parça parça kuruluyor.
Filmde artık Engin Günaydın'a yapışan (ve bu konuda gerçekten rahatsız olduğum) Burhan komedisini beklemeyin. Aynı şey Binnur Kaya içinde geçerli. İki tane çok değerli oyuncumuzun, böyle silik  ve gereksiz karakterlerle değil "Vavien" deki gibi karakterlerle anılmasıdır doğru olan. Ve ikisi de işlerini gayet iyi beceriyor ve sizi film boyunca ailelerinin bir parçası gibi hissettiriyorlar. Filmin bir diğer başarısı da Türk aile yapısını, yörenin insanlarını, davranışlarını ve bilinçaltlarını çok iyi tasfir etmesi olmuş bence.
Taylan Biraderler'in yönetmenliğinde bir "film-noir" havası hissediliyor. Çok nadir değişen kamera açıları filmin en büyük özelliklerinden biri. Fakat Taylan Biraderler değiştirmedikleri açıları öyle güzel yakalamışlar ki, sanki kamera bir milim kaysa o sahne aynı duyguyu vermeyecekmiş gibi geliyor insana. Arada sırada eski işlerine de göz kırparak ve onları alaya alarak gerilim türüne de gönderme yapıyorlar biraderler, ve bu da filmi tadından yenmez bir şahesere dönüştüren son küçük detay oluyor.
Filmin içindeki küçük yan hikayelerin hiç biri boşa gitmeyip, hepsi teker teker bağlanıyor. Örneğin Cemal'in oğlunun bir nevi mastürbasyon bağımlılığı ve babasının rakibinin kızıyla olan ilişkisi filmin küçük yan hikayelerinden biri. Bu arada söylemeden geçmeyeyim, filmde adı olmayan, Cemal'in oğlunun kız arkadaşını canlandıran Yeşeren çok iyi iş çıkarmış. Kendisini yüz yüze gördüğüm ilk anda tebrik edip, bir kaç gün filmden repliklere boğacağımı şimdiden buradan belirtmek istiyorum. Merhaba Yeşeren.
Açıkçası filmde beni hayal kırıklığına uğratan tek şey vardı, o da İlker Aksum'un çok az görünmesiydi. Çok sevdiğim bir oyuncudur kendisi, doğru düzgün iki laf ettiği bir sahne var filmde. Üstelik posterde adı sanki başrollerden biriymiş gibi büyük puntolarla yazılmıştı. Biraz gişe için harcanmış gibi geldi büyük oyuncu... Ama olsun. Onu da böylesine başarılı bir yapımda görmek güzeldi.
Türk sineması için biraz fazla deneysel bir çalışma "Vavien". Ancak zaten sinemamızın da böyle filmlere ihtiyacı var artık. Yavaş yavaş oturuyor gerçekten artık bu işler. Türk sineması kendi yerini, kendi üslübunu ve kendi gerçek yönetmenlerini bulmaya başlıyor. Bu sürece tanık olmak ise benim için fazlasıyla heyecanlı bir yolculuk...  

12 Kasım 2009 Perşembe

Nefes


Ya biz de uyursak?

Nasıl bir eleştiri yapabileceğimi bilmiyorum bu film hakkında. Cümleleri nasıl kuracağımı, kursam bile nasıl birleştirip de size içimden geçenleri anlatabileceğimi bilmiyorum. Uzun süredir bir filmin beni bu kadar etkilemediğini söylemem gerek sanırım en baştan. Salondan çıkalı daha 15 dakika bile olmadı ki bu yazıyı yazmaya başladım. Bir otobüs durağında, kafamdan geçenleri kimseye söyleyemeyeceğim ve patlamak üzere olduğum bir anda yazıyorum bu satırları. Bir Türk olmanın getirdiği tüm zaafları iliklerime kadar hissediyorum şu an. Atatürkçülüğümü, içimde bu kadar olduğunu tahmin etmediğim milliyetçiliğimi ve bana yapıştırmak istediğiniz her türlü etiketin baskısını tüm vücudumla hissediyorum.
Siyasete balıklama dalmadan önce filmden bahsetmek istiyorum biraz. Topraklarımızda çekilmiş ve en uzun hikayeye sahip olan film bu olmalı. 2 seneyi aşan bir “vizyona girme” macerasını daha birkaç hafta önce atlatan “Nefes”, tam da zamanında serildi gözlerimizin önüne belki de. Film, Karabal tepesinde bulunan bir röledeki 40 asker ve onlardan sorumlu olan yüzbaşının hikayesini anlatıyor. Birbirlerinden, silahlarından ve bayraklarından başka hiçbir şeyi olmayan bu askerler, “Doktor” lakaplı bir PKK teröristi ve onun komutasındaki PKK’lılarla savaş halinde buluyorlar kendilerini. Baştan söylemem gerekiyor ki, “Nefes” bir savaş filmi değil. Bu kadar düşük bir bütçeyle olamaz da zaten. Film, orada bulunan askerlerin baskı altındaki psikolojilerini gözler önüne seriyor. En sevdiği 2 silah arkadaşını kaybetmiş psikopat bir yüzbaşı ve onun komutasındaki her biri birbirinden farklı 40 askerin öyküsü o kadar dolu bir şekilde yansıyor ki perdeye, ne olduğunu anlamadan artık sizde onlardan biri oluveriyorsunuz 2 saatliğine. Filmin çekimleri öyle bir atmosferde gerçekleşmiş ki, sanki izlediğiniz her şeyi kendi gözlerinizle görüyorsunuz aslında. Oradasınız, çatışmanın tam ortasında kulağınızı bir mermi yalayıp geçiyor ve en yakın arkadaşınızın kafasına saplanıyor. Oradasınız, sevgilisinden ayrılan silah arkadaşınızın sırtını sıvazlıyorsunuz. Oradasınız, bu vatan için kanınızı dökmeye hazır ve korkusuz bir savaşçısınız.
Film, düşük bir tempoyla başlıyor. İlk 20 dakika boyunca yapılan teknik hatalardan ve hikaye çizgisinin bir türlü ortaya çıkmamasından dolayı kendinizi yabancı hissediyorsunuz. Sonra bir an geliyor ki, filmin içine giriyorsunuz. Ne zaman nasıl olduğunu tam çözemediğiniz bu anda, gözleriniz doluyor ve önünüzdeki bir buçuk saat boyunca kendinizi, ülkenizi ve yaşanılanları sorgulamaya başlıyorsunuz.
Önce, kendinizi onların yerine koymakla başlıyor bu sorgu. Sonrasında ise izlediğiniz tüm sahnelerin birer birer gerçek olduğu aklınıza geliyor ve tüyleriniz ürperiyor. Levent Semerci ve ekibi, uzun sürede imza atıyor bu başarıya. Her biri konservatuarlardan seçilen genç oyuncular, 2 ay boyunca farklı bölüklere gönderiliyorlar. Tıpkı filmdeki gibi, PKK’yı enselerinde hissedip o psikolojiye giriyorlar. Sonrasında çekimler başlıyor. Hakan Evrensel’in “Güneydoğu Hikayeleri” adlı kitabından uyarlama olan “Nefes” macerası başlıyor.
Senelerdir, TSK yüzünden vizyona giremeyen “Nefes”, tam da ortalık yeniden “Kürt Açılımı” saçmalığı ile çalkalanırken vizyonda yerini alıyor. Aynı zamanda 1 sene önce film festivalinde izleme şansı bulduğum ve olaya Kürtlerin açısından bakan “İki Dil Bir Bavul”’un da “Nefes” ile aynı zamanlarda vizyona girmesi bir tesadüf mü, yoksa planlı bir oyun mu diye merak ediyor insan.
“Kürt Açılımı” demekten nefret ederek, babamın deyimiyle “PKK Açılımı” demek istiyorum ben bu saçmalığa. Zira bizim savaştığımız Kürtler değil, PKK isimli bir terör örgütü. Yıllardır zaten aramızda yaşayan ve çoğu kısmı iyi bir şekilde yetişen, Türkiye’nin en önemli yerlerinde olan Kürtleri bu soruna katmak tamamıyla yanlış bir bakış açısı oluyor kanımca.
Filmi izlerken, “PKK açılımı olacak da ne olacak?” diyorsunuz içinizden. Zaten isteyen kürt asıllı insanlar aramızda yaşıyorlar, bu açılım saçmalığı da ne? Zaten bıçak sırtında yaşadığımız şu günlerde, bir de dağlardaki yüzlerce, binlerce kendi insanlarının kanını dökmekten başka bir şey yapmayan hergeleleri indirip de ne yapacağız? Deyimi gerçeğe dönüştürüp, bıçağı gerçekten tenimizde hissetmemiz mi gerek bu ülkede bir şeylerin anlaşılması için illa ki?
Peki ya başımızdaki dincilere ne demeli? Ülkeyi göz göre göre sattıkları yetmezmiş gibi, bir de “Kürdistan”dan başlayıp, American Express’le 12 taksite mi bölecekler vatanımızın topraklarını?
Hayır, yapamayacaklar.
Biz uyumazsak yapamayacaklar. Biz görmezden gelirsek belki yaparlar ama her seferinde burada olduğumuzu hatırlatmak ve sesimizi çıkartabildiğimiz kadar gür çıkartmak zorundayız. Biz rahat uyuyalım diye, aylarca gözlerini kırpmayan askerlerimizin hakkını verme zamanı geldi de geçiyor. Biz ölmeyelim diye bir an bile düşünmeden canını feda edenlerin kanlarını yerde bırakmamamız gerek artık. Bir an bile gözümüzü kırpmadan, onların silahlarını kuşandıkları gibi bizim de bilgilerimizi kuşanmamız gerek. Neden mi? Çünkü biz de uyursak herkes ölür!
“Nefes”, bir uyanış filmi. Daha önce görmediğiniz veya görmekten kaçındığınız gerçekler bünyeye kafein etkisi yapmakta. Muhteşem oyunculukları, sıradışı yönetmenliği ve can acıtan gerçekliğiyle yılın tartışmasız en iyi filmi. Stanley Kubrick’in savaş filmi şahaseri “Full Metal Jacket”dan buram buram etkilendiği belli olan Levent Semerci, her babayiğidin harcı olmayan bir iş çıkarıp, Kubrick sinemasının derinlerine inip, ondan yeni anlamlar çıkarmayı da biliyor.
Böyle filmler 5-10 yılda bir gelir. Bir de böyle bir filmin bizim topraklarımızdan çıkmış olması beni gerçekten gururlandırıyor. “Nefes”, neden sinema yapmak istediğimin tam anlamıyla cevabı ve bu cevabı bu kadar dolu bir şekilde almamsa filmin benim için en büyük başarısı.


3 Kasım 2009 Salı

(500) Days of Summer


İzlediğiniz tüm romantik-komedi filmlerini unutun


Öncelikle söylemem gereken bir şey var; bu filmi kesinlikle hafife almayın! Ne bildiğiniz romantik-komedilere benzer ne de sizi ağlatmaktan başka bir işe yaramayan bir romantizm içerir içinde. İddia ediyorum ki bu film, şu ana kadar izlediğiniz hiçbir şeye benzemiyor.
Filmin oldukça basit olan konusundan bahsetmek istiyorum önce. Aslında tam da posterin üstünde yazdığı gibi; “Oğlan kızla tanışır. Ona aşık olur. Ama kız olmaz.”. Konumuz gerçekten de bundan ibaret. Aşk denen şeye fazlasıyla inanan ve bir gün hayalindeki kadını bulacağına dair büyük beklentileri olan esas oğlan Tom, işyerindeki sevimli Summer’ı gördüğü andan itibaren, onun hayallerindeki kadın olduğundan emindir. Zar zor başlayan ilişkileri hakkında o kadar çok umudu vardır ki Tom’un, Summer’ın düşüncelerini anlamaya vakit bile ayırmasına gerek yoktur. O hayalindeki kadını bulmuştur.
(500) Days of Summer’ın başarısının arkasında neler olduğunu anlamak güç değil. Öncelikle çok basit bir konuyu muhteşem bir şekilde anlatan senaryo ve yepyeni fikirlerle dolu bir yönetmenlik çalışmasının birleşimi olan bir film. Yan karakterlerin bile özenle yazıldığı ve tek bir diyalogun, tek bir karakterin bile göze batmadığı filmimiz her şeyi tam tadında veriyor bize. Ne bir eksiği var, ne de bir fazlası.
Yönetmen Marc Webb’in müzik alanında geniş çalışmaları, müzik videoları ve konser çekimleri olsa da, onun ilk uzun metraj filmi (500) Days of Summer ve ilk film olarak popüler sinema anlayışının fersah fersah ilerisinde. Müzik camiasından geldiğini film boyunca anlamamak elde olmuyor zaten. Müzik videosu tadında çekilmiş sahnelerle, Webb eski denemelerine göz kırpıyor. Hem de ne göz kırpmak…
Filmde kullanılan müzikler de göz kamaştırıcı. The Smiths, Wolfmother, Regina Spektor, Simon & Garfunkel ve daha bir çok sanatçı filmde şarkılarıyla bizimle birlikte oluyorlar. Şarkılar o kadar özenle seçilmiş ve o kadar güzel uyuyorlar ki sahnelere, bazen kendinizi uzun bir müzik videosu izlermiş gibi hissediyorsunuz.
Ve gelelim oyunculuklara… Başrollerimiz Joseph-Gordon Levitt ve Zooey Deschanel hepimizin alışık olduğu simalar aslında. Birini “3rd Rock from the Sun” dizisindeki Tommy rolünden diğerini ise “Yes Man”de Jim Carrey’nin sevgilisi rolünden hatırlayabiliriz. Haklarını vermek gerek, oldukça başarılı bir ilişki çıkarıyorlar. İkisinin arasındaki kimya, beyazperdede uzun süredir görmediğim bir büyü. Onlarla beraber mutlu oluyor, onların acısını paylaşıyor ve hatta bazen onların dostuymuş gibi taraf tutarken buluyorsunuz kendinizi. Bunun en önemli sebebi de tabii ki cana yakın oyunculukları.
Yan karakterlere gelirsek, en dikkat çeken karakterimiz “Criminal Minds”ın Reed’i Matthew Gray Gubler’in canlandırdığı Paul karakteri. İkinci yarıda kendisini pek göstermediğinden onu arıyorsunuz. Filmin komedi bakımından doruk noktalarını kendisi yaratıyor zira. Bir romantik-komedide, yan karakterin kendini bu kadar aratması da çok sık rastlayacağınız bir şey değil, emin olun.
(500) Days of Summer, başlangıcında uyarısını yapıyor. “Bu bir aşk hikayesi değil” diyor, “Bu aşkın hikayesi.”. O kadar doğru bir laf ki bu. Film, hepimizin yaşadıklarını bir potada eritip herkesin kendisinden mutlaka bir şeyler bulacağı bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Aşkı anlatıyor bize. Kimisi için bir arayış olan, kimisi içinse inanmaya bile değmeyen o duygunun hikayesi bu.
(500) Days of Summer hakkında yapabileceğim tek kötü eleştiri, filmin kısa sürmesi olabilir. Aslında bir romantik-komedi için gayet makul bir süreye (95 dakika) sahip olsa da, filmin tadı damağınızda kalıyor ve daha fazlasını istiyorsunuz.
2009’un kaçırılmaması gereken yapımlarından olduğunu düşünüyorum bu filmin. Sinemada yeni bir soluk arıyor veya deneysel sayılabilecek bir romantik-komedi filmi izlemek istiyorsanız mutlaka sinema salonunda yerinizi almalısınız. Hatta vazgeçtim, hiçbir şey aramanıza veya istemenize gerek yok. Bazı filmler vardır ya, izlenmesi gerekir, bu da öyle bir film işte.
 

1 Kasım 2009 Pazar

Kanal-İ-Zasyon



Hedef doğru, yol yanlış...


"Kanal-İ-Zasyon" gibi bir filmin yapım aşamasında olduğunu duyunca açıkçası çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım. Türk televizyonculuk anlayışından nefret eden biri olarak, gerçekten sonunda duygularıma tercüman olacak bir film gelecek diye heyecanlanmıştım daha çok. Projenin başındaki ismin daha önce "Gen" ve "Musallat" filmlerinde hünerlerini göstermiş olan Alper Mestçi olduğunu ve başrolünün de Okan Bayülgen gibi on parmağında on marifet bir insan olduğunu duyunca da heyecanım büyük bir beklentiye dönüşmüştü. Film vizyona girmeden önce o kadar çok beklenti doldu ki içimde, salona oturup da filmi izlemeye başladığımda birer birer suya düşeceklerini hiç mi hiç tahmin etmiyordum.
Film, sancılı bir dönem geçiren bir televizyon kanalının temizlikçisi olan İmdat'ın nasıl olupta kanalın en tepesine yükselen bir adam olduğunu anlatıyor. Bu hikaye sırasında, İmdat'ın zekasının ürünü olan televizyon programlarını da izliyoruz. Bu programlar şu an herkesin seve seve izlediği "Yemekteyiz", "Var Mısın Yok Musun" gibi yarışma programlarının parodileri olmaktan öteye gidemiyorlar. Film, söylemek istediğini bir türlü söyleyemeyen bir film olmaktan öteye gidemiyor zaten. Problem de işte tam burada doğuyor.
Film, bir senaryo taslağı gibi geldi bana nedense. Ortada anlatılmak istenen bir hikaye ve buna bağlı gelişmesi planlanan hicivler söz konusu. Ama ne anlatılmak istenen hikaye bir türlü seyircinin ilgisini çekebiliyor, ne de yapılan hicivler yerini bulabiliyor. Bu da filmi tam bir karmaşanın içine sokuyor bir süre sonra. Bir yandan İmdat'ın, diğer yandan onu aşağı çekmeye çalışanların hikayesini izlerken, hikayelerin tam orta yerinde karşımıza çıkan televizyon programlarının parodileri tüm hikaye akışının tam anlamıyla içine ediyor ve karşımızda savunmasız, neresinden tutsanız bir şeye benzemeyecek bir film bırakıyor.
Kabul etmem gereken bir şey var ki, o da bir kaç esprinin tam yerini bulduğu. Oldukça zeki esprilere de sahip olan filmimiz, birden bire (eğer öyle bir kavram varsa) "Recep İvedik Komedisi" yapmaya kalkışınca, tüm ipler kopuyor maalesef.
Kanal-İ-Zasyon, hedefini doğru seçmiş ama kendine gidecek bir yol bulamamış bir film. Bir doğru yolda, bir yanlış yolda seyrederken, izleyenin tüm ilgisi kopuyor filmden. Hikaye akışı bir yana, senaryo bir yana derken kendinizi sadece Okan Bayülgen'in muhteşem oyunculuğuyla avutmaya karar veriyorsunuz.
Okan Bayülgen bu filmde gerçekten oyunculuğun doruklarında seyrediyor. Onunla beraber oynadığı rolü yaşıyorsunuz. Filmin kadrosu, filmin başarısızlığıyla tamamen ters orantılı nedense. Hakan Yılmaz, Erol Günaydın, Rasim Öztekin gibi ustalar yine döktürüyor. Filmi izleten tek şey zaten oyunculuklar olmuş.
Filmden beklediğim çok şey vardı oysa. Sırf yarışma programlarınla değil, dizilerle, filmlerle de dalga geçmesini beklerdim. Lakin kendisi ilerde bu konuda yapılacak çok güzel bir filmin dalga konusu olacak sanıyorum. Daha doğrusu umuyorum mu demem gerekirdi?
Kanal-İ-Zasyon boş bir vaktinizde izleyebileceğiniz fakat kesinlikle ciddiye almamanız ve beklentiler içine girmemeniz gereken bir film. Gitmeden önce eğer izlemediyseniz, fragmanı kesinlikle izlemeyin. Bütün güzel espriler fragmanda olduğundan, hevesiniz daha da kursağınızda kalıyor. Çok güzel bir konuyu böylesine heba eden Alper Mestçi ve ekibi için söyleyecek çok fazla söz yok. Korku filmlerinde iyiydi kendisi, komediye hiç bulaşmasaymış keşke...

22 Ekim 2009 Perşembe

Dexter - 4x04 - Dex Takes a Holiday


Dex geri döndü!

Dexter müdavimleri için oldukça sıradışı bir sezon dördüncü sezon. Geçtiğimiz sezonlarda neredeyse her bölümde Dexter'ın bir cinayetine tanık olabiliyorduk fakat artık işler değişti. O artık bir aile babası. Uykusuz, dikkatsiz ve bir o kadar da kaygılı. Geçtiğimiz sezonlarda Dexter'ın zekice planlanmış cinayetlerini izlerken, şimdi ise onu daha çok arkasını toplamaya çalışırken izliyoruz. 
Dördüncü sezonun yeni bölümünde ise Dexter eski günlerine geri dönüyor. Rita, bir arkadaşının düğünü için çocuklarla birlikte şehir dışına çıkmak zorunda kaldığında, Dexter ailesini katledip bunu bir hırsızın üstüne yıkan meslektaşı Zoey'nin peşine düşüyor.İki soğuk kanlı katilin çekişmeleri bölümün doruk noktalarından...
Trinity katilini bulmak için şehre geri dönen Lundy ve Dex'in ablası Debra arasındaki cinsel gerilim ise bu bölümde bir nihayete ersede, ikisinin sonu pek de iyi olacak gibi gözükmüyor...
Açıkçası, Zoey'nin kalıcı bir karakter olması sağlanabilirdi, en azından bir kaç bölümlük. Fakat tahmin edebileceğiniz gibi Dexter yine katil avını başarıyla gerçekleştiriyor.
Dexter, her sezonunda gittikçe daha çok güzelleşirken, Dexter'ın yakalanma ihtimali de gittikçe artıyor. Tüm sezon boyunca bu kadar dikkatsiz olursa yeniden onu çıkışı çok zor bir yolda görebilme ihtimalimiz yüksek. Debra ve Lundy'nin akıbeti ise ne yazık ki bir sonraki bölümde belli olmak üzere havada kalıyor. Yine de Dexter asla kendini taklit etmiyor ve elindeki konuları unutulmaz bir şekilde işlemeye devam ediyor... 

21 Ekim 2009 Çarşamba

30 Rock - 4x01 - Season 4


"Play it again Tina!"

Tina Fey'in dehasının bir ürünü olan "30 Rock", yayınlanmaya başladığı seneden beri "En İyi Komedi Dizisi" dalında, Emmy dahil bulduğu her ödülü silip süpürüyor. Hemde hakkıyla süpürüyor. Televizyonun tarihinin en sıradışı dizisi, sit-com kurallarının tamamen dışında kalan yaratıcılığıyla her hafta 20 dakika boyunca gözlerimizi kamaştırıyor.
"30 Rock", uzun bir aradan sonra 4. sezonuyla tekrar aramızda. Jack Donaghy ve Liz Lemon'ın garip maceraları devam ediyor. Alec Baldwin, Jack Donaghy rolüne her sene biraz daha otururcasına davet ediyor bizi 4.sezona. Öylesine reddedilemeyecek bir teklif ki bu, hızlı bir şekilde tekrar kendinizi NBC binasının içinde buluyorsunuz. Tina Fey yine yapacağını yapıyor ve sezonun ilk bölümünü, "30 Rock"'ın unutulmazları arasına katmayı beceriyor.
Yeni sezonun ilk bölümünde TGS büyük bir sorunla karşı karşıya. Jack, onlardan şova yeni bir aktör katmalarını istiyor. Tabii ki bunu duyan Jenna ve Tracy kovulacaklarını zannedip, olayı iyice sarpa sardırıyorlar. Öte yandan, NBC rehberlerinin mesai saatlerinde aldıkları paraları keserek, kendine "bonus" yapan Jack, azimli rehberimiz Kenneth tarafından suçüstü yakalanıyor. Kenneth, paralarını istediklerini ve alamadıkları takdirde grev yapacaklarını söylüyor. Jack ve Kenneth arasındaki çekişme zaten sezonlardır devam ettiğinden, tahmin edebileceğiniz gibi grev başlıyor...
Özellikle Jack ve Kenneth'in sahneleri bölümün doruk noktalarıyken, Tracy'nin salaklığına yine doyulmuyor. TGS'in bir önceki sezondan beri belli olmayan akıbeti ise ayrı bir konu. Herkes şovu kurtarmak için bir şeyler yapmakta, ama neyin başarılı olup, neyin olmadığı asla bilinmiyor. Acaba TGS yayında kalmayı başarabilecek mi, yoksa Liz Lemon kendine yeni bir iş bulmak zorunda mı kalacak?
Bu ve bunun gibi soruların yanıtlarını sezon devam ettikçe öğreneceğimizi bilerekten çok kurcalamak istemiyorum aslında. Ama kesinlikle söylemem gereken bir şey var ki; Tina Fey ve ekibi geri döndü, hem de tüm ihtişamlarıyla!


Two and a Half Men - 7x05 - For the Sake of the Child


Jon Cryer ve Charlie Sheen'den unutulmayacak bir performans...


Yedinci sezonuna hem Jon Cryer'ın aldığı Emmy ödülü ile, hem de muhteşem bir ilk 5 bölümle giriş yapan "Two and a Half Men", yeni sezonun kesinlikle en başarılı komedilerinden biri. Hatta biraz daha abartırsam, "Two and a Half Men"'in en iyi sezonunda olduğunu söyleyebilirim.
Peki ne oldu "Two and a Half Men"'e? Ne değişti yedi sezon içinde? Şöyle bir geriye dönüş yapalım mı, ne dersiniz?
Öncelikle diziyi daha iyi kılan unsurun artık "Half Men"'in, daha doğrusu ilk sezonda cücük kadar olan Jake'in büyümesi bence kuşkusuz. O büyüdükçe dizi de büyüdü, olgunlaştı bir bakıma. Çok toy yerlerden aldığımız karakterler, 7 sene içinde o kadar başarılı bir şekilde geliştiler ki, dizi her sezonunda gittikçe daha çok oturur oldu. Artık, - her ne kadar Charlie ve Alan hala garipsese de- Jake'inde kızlar konusunda korkusuzca konuştuğunu, yıllardır yaşadığı amcasının evinde dönenlere sonunda anlam vermeye başladığını görüyoruz. Jake, artık şirin bir çocuk değil, hem Alan hem de Charlie için ufak bir tehlike. Kartlarını iyi oynamayı da biliyor üstelik. 2 bölüm önce Charlie'ye savurduğu tehditlerle, yılların kazanovasını nasıl iki büklüm edebildiğini gördük.
Charlie'de artık eskisi gibi hovarda değil üstelik. Artık "boobielicious" diye çağırmayı sevdiği bir nişanlısı ve yavaş yavaş düzene giren bir hayatı var.  Her ne kadar sezonun ilk bölümünde nişanlısını aldatmaya meyilli olsa da, yapabileceği yerde gönlünün el vermediğini de biliyoruz.
Alan'a gelince... Alan dizinin asla büyümeyen tek karakteri sanırım. İlk sezondan beri aynı espri anlayışı, aynı salaklık ve aynı kılıbıklıkla ilerleyen Alan karakteri, bazen Charlie'ye hak verdirecek kadar sinir bozucu olabiliyor. Tabii ki bunu Jon Cryer'ın muhteşem oyunculuğuna borçluyuz.
Yeni bölüme gelecek olursak; Çok klasik bir "Two and a Half Men" senaryosu olmasına rağmen, yeni sezonda beni en çok güldüren bölümlerden biri oldu. Bölümün konusunu kısaca özet geçmek gerekirse; Alan  ve Charlie sürekli kavga ederek Jake'i deli etmektedir. Bir süre boyunca buna katlanan Jake, onu sınıfındaki kız arkadaşlarının önünde kavga ederek rezil ettiklerinden sonra tüm sakinliğini kaybederek annesinin yanına temelli olarak taşınır ve ikiliye bir daha geri dönmeyeceğini söyler. Alan ve Charlie sorunun ne olduğunu çözmeye çalışırken, aslında problemin kendilerinden kaynaklandığının farkına varırlar. İşte şimdi eğlence başlıyordur çünkü Jake'i eve getirmenin tek yolu, ikilinin aralarını düzeltmek için bir yol bulmasıdır.
Yukarıdaki senaryoyu okuduktan sonra tahmin edebileceğiniz gibi bu bölüm daha çok Charlie Sheen ve Jon Cryer'ın skeçleri üzerine kurulu bir bölüm. Ama ne skeçler... Uzun süredir bir dizinin beni bu kadar güldürdüğünü hatırlamıyorum. Özellikle Alan'ın, Charlie ile arasını düzeltmek için bir "çift terapisi" kitabıyla yanına gelip beraber test çözdükleri sahne "Two and a Half Men" tarihinin en komik sahnelerinden biri olabilir.
"Two and a Half Men", Jake'in ergenlik problemlerinden, Alan'ın herşeyi eline gözüne bulaştırmasından ve Charlie'nin artık sakin bir hayata geçmeye çalışırken, kardeşinin sürekli hayatına bir sorun çıkarmasından dem vurarak, ortaya çok iyi bir komedi çıkarıyor. Bu arada, dizinin tam sonunda çıkan ve dizinin yapımcısı  ve yaratıcısı Chuck Lorre'a ait olan küçük dipnotları da yakalayıp okumanızı öneririm. Televizyon dünyasının acımasızlığına küfreden küçük denemeler olarak alabileceğimiz bu yazılar, gerçekten okunmaya değer bir üslüpta yazılmış.





20 Ekim 2009 Salı

How I Met Your Mother - 5x05 - Duel Citizenship

How I Met Your Mother kendine geldi

Sezon başlangıcını saymazsak, son 3 bölümdür oldukça vasat bir şekilde ilerleyen dizi, sezonun beşinci bölümüyle eski günlerini aratmayacak kadar güzel bir şekilde geri döndü. 
Hala bir Amerikan vatandaşı olmadığı için ülkeden gönderilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Robin, Amerikan vatandaşı olmaya karar veriyor fakat aynı zamanda çok sevdiği ülkesi Kanada'yı da bir türlü bırakamıyor. Barney, her ne kadar Kanada'lı olmanın anlamsız olduğunu söylese ve onu ikna etmeye çalışsa da, Robin yine de vazgeçemiyor. Diğer taraftan Ted ve Marshall, gençlik yıllarında çok sevdikleri bir pizzacının kapanmak üzere olduğu haberini alınca, eskiden yaptıkları gibi Chicago'ya arabayla uyumadan gidip, son kez o pizzayı yemeye karar veriyorlar. Ancak artık iki arkadaş olarak geziye çıkamayacaklarını anlıyorlar, çünkü Marshall, Lilly'de yanında getirmek zorunda kalıyor...
Amerikan halkına oldukça ince dokundurmalar yapılıyor bu bölümde. Robin ve Barney'nin vatandaşlık sınavına çalışma sahnelerindeki espriler gerçekten muhteşem. Ted ve Marshall arasındaki büyük gerginliği izlerken de Lilly'ye karşı ufacık bir nefret duyuyorsunuz. Onların eski günlerini izlemek o kadar eğlenceli ki, Lilly ne zaman aralarından çekilecek diye merakla bekliyorsunuz. Öte yandan Lilly'nin arabadaki hallerinden, kadınların uzun yolculuklardaki sorunlarına oldukça başarılı dokunuşlar yapıyor dizi. 
Bu sefer gerçekten üzerinde çalışılmış, son 3 bölüm gibi yavan olmayan bir senaryo ile karşı karşıyayız. Ayrıca bölüm karakterlerimizin gelişimi ve dostlukları açısından da oldukça önemli bir yer teşkil ediyor. Dizinin bu sezon hep bu başarıda devam etmesini dilemekten başka bir diyeceğim yoktur artık. Biz onları böyle sevmiştik aslında... 

Sertab Erener & Demir Demirkan - Painted on Water

Jazz, Alaturka ve topraklarımızdaki ilk "Supergroup"

Bir kaç gün önce D&R'da geziyordum. Yanımda sadece yol param olmasına rağmen, "bir gün benim olacak" diyerekten beğendiğim albümleri inceliyor, yeni keşfettiklerimi de aklıma not ediyordum. Derken karşıma bir albüm çıktı. Daha önce adını sanını bile duymadığım bir çalışmaydı bu. "Sertab Erener & Demir Demirkan" yazıyordu albümün üstünde. İlk gördüğümde o kadar heyecanlandım ki, daha albümün ne olduğunu bile anlamadan kasaya doğru bir adım attım. Tahmin edebileceğiniz gibi attığım adımı geri almak zorunda kaldım zira yanımda albüme verecek kadar para yoktu.  Albümü incelemeye koyuldum bende...
İlk dikkatimi çeken albümün prodüktörü Jay Newland oldu. Jay Newland, severekten dinlediğimiz neredeyse tüm Jazz müzisyenlerinin prodüktörüdür. Norah Jones, Diana Krall, Herbie Hancock gibi sanatçıların prodüktörlüğünü yapmış bu şahsiyet, aynı zamanda Elvis Presley'nin daha önce ortaya çıkmamış şarkılarını keşfedip toparlaması ve piyasaya sürmesi ile de ünlüdür. 3 kez Norah Jones ile birlikte "Yılın Albümü" ödülünü ve 2 kez de diğer çalışmaları ile aynı Grammy ödülünü de evine götürmüştür.
Tahmin edebileceğiniz gibi heyecanım gittikçe artıyordu. Jay Newland'ı rahat bırakmaya karar verdikten sonra gözlerim albümün orkestrasına doğru kaydı. Birazdan okuyacaklarınız için hazırlıklı olmanızı tavsiye ediyorum, zira bir daha topraklarımızda böylesine bir "supergroup"un çıkacağından oldukça şüpheliyim.
Albümün gitarlarını Demir Demirkan, Al Di Meola ve Mike Stern çalmışlar. Evet, yanlış duymadınız; Al Di Meola! Dünyaca ünlü bir jazz gitaristi olan ve albümleri tüm dünyada milyonlarca satan Al Di Meola'nın topraklarımıza girmesi bile başlı başına heyecan vericiyken, bir de albüm yapmış! Konuk sanatçı falan da değil ha, bildiğiniz tüm albümde baştan sona çalıyor. Hem de ne çalmak...
Mike Stern'inde ondan aşağı kalır bir yanı yok ki. Senelerce Miles Davis'in şarkılarına, büyülü gitar tınılarıyla dokunan Stern, bu albümde de yine unutulmaz bir iş çıkarmış.
Gelelim davullara. Davul setinin başında Dave Weckl oturuyor. Evet, Dave Weckl. Hani şu ülkemize geldiğinde biletleri  yok satan ve dünyanın en ünlü davul duayenlerinden Dave Weckl. Onun hakkında konuşmaya başlasam, yazı fazlasıyla uzar diye korkuyor ve sadece ismini söylemenin bile yeterli olduğunu düşünüyorum: Dave Weckl.
Bas gitarın başında ise iki bas virtüözü Juan Garcia-Herreros ve Kai Eckhardt var. İkisi de zamanında Victor Wooten, Stanley Clarke gibi bas duayenlerinden işlerini öğrenmiş ve onlarla beraber çalmış bas gitaristler. Özellikle Juan Garcia-Herreros, kendi yapımı olan 6 telli kontürbasıyla, bas gitaristlerin dünyasına yeni bir soluk getirmesiyle ünlüdür.
Pianonun başında oturan isim ise Alan Pasqua. Kendisi zamanında Bob Dylan, Whitesnake, Rod Stewart gibi isimlerin arkasında piano çalmış bir isim. Halen Carlos Santana'nın arkasında çalan Pasqua, Jazz pianosunun dünya üzerindeki sayılı virtüözlerinden biri.
Çelloda ise Evanesence, Trans-Siberian Orchestra, Pearl Jam, Alex Scolnick, The Who, Coldplay, Bon Jovi, Fall Out Boy ve Sinead O Connor gibi isimlerle çalışan Dave Eggar var.
Anlayacağınız üzere karşımızda gayet dolu bir albüm var. Albümün hikayesi de bir değişik üstelik. Tam tamına 14 şarkıdan oluşan albümün her bir şarkısı Türkiye'nin bir yöresini temsil ediyor. Zaten şarkılarda, yöresel türkülerimizin jazz, fusion tınılarıyla yeniden yapılandırılmış halleri. Ayrıca albümün ismini aldığı Ebru sanatı, konserlerde sahne şovu olarak kullanılıyor ve her konsere ayrı bir Ebru sanatçısı çıkarılıp, parçalar çalınırken içinden geçenleri Ebru sanatıyla ifade etmesi de arkaplanda izleniyor. 
Albümün ilk tanıtım konserleri kültür başkenti olan Brüksel'de yapıldı. Bundan sonra ise yaklaşık 10 konserlik bir Amerika turnesi yapılacak olduğu albümün internet sitesinde belirtilmiş.
Albüm Los Angeles'da kaydedilmiş ve türkülerin sözleri daha önce Madonna, Celine Dion, Vanessa Williams gibi isimlerin şarkı sözü yazarlığını yapmış olan Phil Galdston tarafından İngilizce'ye çevrilmiş.
Albüm gerçekten değişik bir albüm. Kimi şarkılarda Alternatif-Rock tınıları bile hissediliyor. Ama genelde Jazz sounduna sahip olan albüm oldukça sıcak,yavaş ve akıcı olarak ilerliyor. 
Albümde yorumlanmış türkülerimiz arasında, Yemen Türküsü(Nothing But to Pray), Ah Bir Ataş Ver(Painted on Water), Çökertme Zeybeği(Before the Night), Çanakkale Türküsü(Love We Made) gibi çalışmalar bulunuyor. Ayrıca Demir Demirkan tarafından icra edilen enstrümantal çalışmalar ve albüm için Al Di Meola'nın yazdığı "Blue" isimli şarkı da albümün içinde bulunanlardan.
Eğer türü seviyorsanız gerçekten harika bir çalışma olmuş. Türkiye'nin daha güzel bir tanıtımını düşünemiyorum sanırım. Albüm kesinlikle dört dörtlük ve türünün topraklarımızdaki tek örneği. Kanımca, uzun yıllar boyunca bir daha böyle bir albüm dinleme şansına erişemeyeceğiz buralarda. O yüzden, albümü dinlemenizi tavsiye ediyor ve Amerika turnelerinden sonra bir ara buralarada uğramalarını umut ediyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Shantel - Planet Paprika


Balkanlardan bu sefer sıcak hava dalgası geldi...
Ülkemizin müdavimlerinden olan ve çok da sevilen Shantel, uzun süre hayatımızı meşgul eden "Disko Partizani" albümünden 2 yıl sonra, yeni albümü "Planet Paprika" ile müzik marketlerde yerini almış bulunuyor efendim. Ben de çok severim kendisini. Şöyle dünya gözüyle izlemek bir türlü nasip olmadı ama (her ne kadar Türk sanatçılardan daha fazla konser verdiğine inansam da), "Disko Partizani" zamanlarından önce de "Bucovina Club" albümlerini döne döne dinlediğimi hatırlarım.
Tabii ki yeni bir albüm mevzu bahis olunca, bana da albümü alıp dinlemek düştü. Bu noktada "eminim almışsındır torrent manyağı senii!!" dediğinizi duyar gibi oldum ve albümü gidip parayı basaraktan aldığımı iftiharla açıklamam gerektiğini düşünüyorum. Zira internet ortamında hiç bir şekilde bulunamayan albümün herhangi bir torrentine veya rapidshare bağlantısına rastlarsanız, bilin ki karşınızda fake bir download duruyor. Artık Shantel nasıl yapmış, nasıl etmişse başarılı bir koruma sistemi uygulamış olmalı ki albümüne, kimi albümler daha piyasaya çıkmadan aylar önce bilgisayarlarımızda çalınmaktan yalama olurken, kendisinin albümü bir türlü bulunamıyor.
Açıkça söylemek gerekirse, bir albüme gidip para vermek benim için o kadar da kolay bir hadise değildi. Lakin Shantel'in kötü bir iş çıkarmadığına o kadar emindim ki, cebimden çıkan her kuruşun hakkını vereceğine o kadar emindim ki, bir an bile üzülmedim parayı güler yüzlü kasiyere doğru uzatırken.  
Albümden bahsedecek olursak, "Disko Partizani"'yi bir an bile aratmayan, hatta kimi noktalarda bir önceki başarısını katlayan bir Shantel ile karşı karşıyayız. Her ne kadar albümün çıkış şarkısı olan "Citizen of Planet Paprika", bir önceki albümdeki "Disco Boy" ile aynı melodiye sahip olsa da, benim de tek korkum olan "kendini tekrar etme olasılığı" bu albümde bir an bile söz konusu olmuyor.
Shantel, Türkiye'de geçirdiği zamanlarda uzun uzun müzik külliyatımızı karıştırmış olmalı ki, yıllardır dilimize pelesenk olmuş şarkıları da farklı bir şekilde yorumlamış yeni albümünde. Örneğin albümün 3. şarkısı olan "Eyes of Mine", fasıl masalarının vazgeçilmezi "Ada Sahillerinde Bekliyorum"'un değişik bir Shantel versiyonu. Aynı şekilde albümün 10. şarkısı olan "Binaz in Dub", isminden de kendini ele verdiği üzere, Ciguli ile hayatımıza girmiş "Binnaz" şarkısının ta kendisi olmakta.
Shantel, albümlerinde her zaman güçlü bir şekilde estirdiği Balkan rüzgarlarını, bu seferde başarıyla estirmiş, hatta insanın üstünde "rüzgara karşı koşma" isteği yaratmıştır. Zira bir hava durumu klişesi olan "balkanlardan gelen soğuk hava dalgası" terimini, oldukça sıcak ve içten bir rüzgara çevirerek gönlümde yine, yeniden taht kurmuştur.
Shantel'in yeni albümü yine bir hitler cümbüşü olmuş. Belki de "Disko Partizani"'den daha hoş şarkılar barındırıyor içinde. Her Shantel albümü gibi, bu da dinlendikçe anlam kazanan ve kendinizi yavaşça alıştırdığınız bir sıcaklıkta. Shantel ile alakası olanlar ve takipçiler, zaten albümü çoktan dinlemişlerdir. Ama yeni başlayanlardansanız veya tek bildiğiniz şarkı "Disko Partizani"'den ibaretse, "Planet Paprika" hem Shantel'in müziğine güzel bir giriş olabilir, hem de "Disko Partizani'den başka neler de varmış bakalım?" diyip Shantel külliyatını karıştırmanıza yol açabilir. Şiddetle tavsiye etmekte ve Shantel'in eski işlerine de, hazır kendisi arayı fazla açmadan muhteşem bir şekilde dönmüşken, bir göz atmanızı önermekteyim.
Ve son olarak;

"Some say that i come from Russia, some say that i come from Africa,
But i'm so exotic and so erotic cause i come from the Planet Paprika!"
 



18 Ekim 2009 Pazar

Karanlıktakiler




bir Çağan Irmak harikası...
Çağan Irmak'ın "Issız Adam"'dan sonra gelen yeni filmi "Karanlıktakiler"'in haberlerini duyduğumdan beri, filmi izlemek için sabırsızlanıyordum. Beklentilerim her ne kadar yüksek olsa da, Çağan Irmak asla beklentilerimi boşa çıkarmamış bir yönetmendi nasıl olsa. Bu yüzden beklentilerimi istediğim kadar yükseltebilirdim.
Film vizyona girdi fakat ben 2 saatlik bir boş zaman bile bulamadığımdan, filmin oynadığı sinemaların önünden posterine bakaraktan geçmek zorunda kaldım. En sonunda vakit geldi, bir cuma günü öğlen saatlerinde, Atlas Sineması'nın koltuklarına kuruldum filmi izlemek için. Aradan 2 hafta geçmişti vizyona gireli ve ben film hakkında oldukça fazla şey duymuştum. Ama tüm bildiklerimi unutmaya karar verdim "Coco avant Chanel" filminin fragmanını izlerken. Tüm bildiklerimi unutacak ve Çağan Irmak'ın hayat dolu karelerinde kendimi 100 dakika boyunca kaybedecektim.
Filmin daha ilk 5 dakikasından anladım ne ile karşılaşacağımı. Çağan Irmak'ın ta kendisiydi izleyeceğim. Onun zekasını, yeteneğini ve Türk Sineması'na kattığı yeni soluğu iliklerimde hissedecektim dakikalar boyunca. Bir "Issız Adam" veya bir "Babam ve Oğlum" değildi izleyeceğim. Bir "Mustafa Hakkında Herşey"'di, bir "Bana Şans Dile'"ydi Çağan Irmak sinemasının dilinde.
Çağan Irmak'ın iki türlü film çektiğini düşünmekteyim ve bu düşüncem uzun süredir de değişmedi. "Issız Adam", "Babam ve Oğlum" gibi Çağan Irmak dehasının içinde yoğrulmuş popüler sinema örnekleri birinci türü teşkil ed iyor bu düşüncemde. "Mustafa Hakkında Herşey", "Bana Şans Dile" gibi yapımlarda ise Çağan Irmak'ın sınırları zorlamasına, kendi sinemasını yaratmasına şahit oluyor ve onun zekasının ve kadrajının içinde etkili bir yolculuğa çıkıyoruz hep beraber.
"Karanlıktakiler"'den bahsetmeye nereden başlamam gerektiğini düşünüyordum yazının başından beri; Sanırım buldum. Çağan Irmak'ın kurduğu 2 dünyadan bahsetmeliyim sanırım. Biri kendi evi olsa da başrolümüz Egemen'in (Erdem Akakçe) cehennemi aslında. Akıl hastası annesine bakmak, onun için bir işkence halinde çoğu zaman. Fakat filmin başından beri gördüğümüz, aralarındaki o derin bağ, bu cehennemden vazgeçmeye de korkutuyor Egemen'i. Bir diğer tarafta çalıştığı prodüksiyon şirketi var. O onun cenneti. Orada herşey istediği gibi. Platonik bir aşk beslediği patronu (Derya Alabora), az da olsa ona para kazandıran bir işi ve üstüne atlayıp gezmeyi sevdiği bir motoru var. Annesinin dırdırından uzakta, onun hastalığını umursamadan yaşıyor kendi cennetinde. Tam da istediği gibi...
Fakat bir tarafta artık hastalığına dayanamadığı annesi, diğer tarafta ise artık aşkını daha fazla saklayamadığı patronu olduğundan, işler çok geçmeden sarpa alıyor.
"Karanlıktakiler", Meral Çetinkaya'nın muhteşem performansıyla göz dolduruyor. Bir deli rolünün bu kadar ustaca altından kalkabilmesi gerçekten takdire şayan. Erdem Akakçe ve Derya Alabora arasındaki, bir türlü tutturamadığınız kimya ise filmin en güzel noktası aslında. Gerçekten tutmuyor zira bu kimya. Egemen'in bu aşktan vazgeçmesi için her türlü dileği tutuyorsunuz içinden film boyunca.
Her Çağan Irmak filminde olduğu gibi, filmin bir doruk noktası var. En etkileyici sahne, yine tam da beklediğiniz yerde vuruyor sizi. Ama nasıl bir vuruş o öyle... 
Bu sefer uzatmamış Çağan Irmak filmini. Tam bitmesi gerektiği yerde bitmiş. Kimseyi ağlatma kaygısı taşımadan, en anlamlı yerde bitmesi, filmin en güzel yanlarından biri olmuş belki de. 100 dakikalık derin bir iç kararmasından sonra, yüzünüzde buruk bir gülümseme ile ayrılıyorsunuz sinema salonundan.
"Karanlıktakiler", Çağan Irmak sinemasının doruk noktalarından biri ve kesinlikle kaçırılmaması gerek. Yönetmenin sağduyulu yaklaşımıyla etkili bir "içsel serüven", daha da önemlisi gerçekle gerçek dışının (belki de masalın) çarpıştığı "özel" dünyasıyla sinemamızı zenginleştirecek bir çaba olarak akıllarda yer etmeyi hak eden bir çalışma. Çağan Irmak’ın "sorunlu" karakterler üzerinden yürüyen sinemasının gittiği (gideceği) noktayı işaret etmesi açısından da önemli...