27 Aralık 2009 Pazar

Saw VI


"Abarttılar" diyenlere cevap olsun...
  
Şimdi baştan şunu söyleyeyim; ben devam filmlerine tamamen karşı bi insanım. Bir filmin devam edebilmesi ve bu devamın hikaye kopukluğu olmadan tıkır tıkır işleyebilmesi için, filmde ve senaryoda 3 unsur ararım:
1) Kendi evrenini yaratabilmesi
2) Kendi kurallarını koyabilmesi
3) Hikayenin akışı ve sonlandırılması için gerçekten bir devam filmine ihtiyaç oluşu.
Şimdi yukarıda aradığım unsurlara bakınca "Saw" serisi hepsini benliğinde taşıyor. Pekala, ilk film yeterli olabilir, "Saw" bir evren olarak yaratılmayabilir ve tadında bırakılabilirdi, buna sonuna kadar katılıyorum. Amma velakin, "Saw" ı izleyen filmler, bize Jigsaw'ı tanıma olanağı sağladı. 
 Onun sinsice işleyen beynine belki biraz olsun girebildik ve bu oyunları hazırlama amacını hem duygusal, hem de mantıksal olarak anlayabildik. Serinin kötü filmi var mıydı derseniz, açıkçası hiç bir filmi "kötü" olarak nitelendiremiyorum şöyle bir geriye dönüp bakınca. Tabii ki vasat filmler oldu, ilk filmin başarısının üstüne geçmeye çalışan ve bunu başarabilen filmlerde oldu aynı zamanda. Ama bizim önümüzde şimdi serinin 6. filmi var. Bakalım neler olmuş...
Jigsaw'ın öldürülmesinin üstünden uzunca bir zaman geçmiş, yerine bıraktığı varisi Ajan Hoffman onun izinde cinayetleri sürdürmektedir. Ancak 5. filmde gördüğümüz üzere, Jigsaw ölmeden önce karısına bir kutu bırakmıştır ve bu kutunun içeriğini 5. filmde öğrenememişizdir. İşte "Saw 6" tam burada olay örgüsüne girişini yapıyor ve hedeflediği soruları cevaplandırmadan peşlerini bırakmıyor.
Bu sefer "Saw" serisi hafiften politik olaylara da değinmiş. Belki Michael Moore'un "Capitalism : A Love Story" filminin başarısının ardından artık böyle işlerin sattığını düşündüklerinden olabilir. Ama iyi ki de yapmış çünkü bu şekilde film daha dolu ve daha anlamlı duruyor. Açıkçası, politik konuların abartılarak veya önemsenmeyerek değil de, tam tadında işlendiğini düşünüyorum.
Filmi izlerken, Jigsaw'ın geçmişi hakkında bilmediğimiz şeyler ortaya çıkıyor ve ölmesine rağmen hala oyunu nasıl elinde tuttuğunu görebiliyoruz.  Aslında bu etkileyici bir şey tabii ki, sonuçta ileri derecede kanser olmuş yaşlı bir seri katilden bahsediyoruz. Zekasının daha ne kadar ileri gidebileceğini düşünmek bile izlerken tüylerinizi ürpertiyor.
Bu filmde bir diğer şahit olduğumuz konu, Jigsaw'ın mirasının paylaşılamaması. Tabii ki bu denli cani bir seri katilin miras konusu da hayli kanlı oluyor dolasıyla. "Saw" serisine yeni adım atmış yönetmenimiz Kevin Greutert, görevini bir hayli büyük bir başarıyla yerine getiriyor. Eski filmlere bağladığı serinin 6. ayağı, kafamızdaki soru işaretlerine tatmin edici cevaplar vermekle kalmayıp, belki de en sağlam oyun senaryosuyla karşımıza çıkıyor.
"Saw", artık kendi evrenini yaratmış ve bu evreni oturtmuş bir seri. Tüm karakterler gelişme süreçlerini sona erdirip, filmin içinde büyümeye başlamışlar artık. Bu açıdan Greubert'in yönetmenliği kesinlikle seriye yeni bir soluk getirmekte. Ayrıca Charlie Clouser'ın müzikleri serinin her filminde daha bir güçleniyor sanki. Bu filmdeki elektronik denemeleri gerçekten kulak kabartmaya fazlasıyla değecek cinste.
Filmin "oyun"undan da biraz söz etmekte fayda var; Jigsaw'ın ölmeden önce bağlı olduğu sigorta şirketi, onun kanser tedavilerini kabul etmemiş ve ödemeyi reddetmiştir. Jigsaw'ın aklında artık bu idam fermanı imzalayan insanlara acı çektirmek vardır. Ölmeden önce karısına bıraktığı kutudan 6 zarf çıkar, son oyunda bu 6 kişinin hayata karşı isteklerinin test edilmesini istemektedir. Ancak Hoffman ve karısı Jill arasında çıkan miras kavgaları oyunu asıl amacından saptırıp, bir güç gösterisi haline sokmaya başlar...
"Saw" hakkında oldukça fazla şey duydum. "Çok iyi abi, sonuna kadar devam etsin" diyenlerden tutun da, "Abarttılar, bokunu çıkarttılar" diyenlere kadar. İşte, bu film "Abarttılar" diyenlere cevap olsun diyorum sadece. Serinin hayranları zaten filmi çoktan izlemişlerdir, ama sırf bu filmi izleyebilmek ve bu evreni tecrübe edebilmek için, başlamayanların en kısa zamanda bir yerinden tutmasında fayda var. Sinema dünyasının en büyük gerilim şaheserini ve en zeki seri katilinin hikayelerini kaçırmayı kimseye tavsiye etmiyorum....

25 Aralık 2009 Cuma

Dabbe 2


Hasan Karacadağ'dan "iyi niyetli" bir korku denemesi daha...

Bundan 3 sene önce "Dabbe" vizyona girdiğinde, daha ilk günden sinema koltuğunda yerimi almıştım. Bunun sebebi Hasan Karacadağ'ın muhteşem bir film yapmış olduğundan emin olmam değildi. "Dabbe" Türkiye için bir ilkti. İlk defa bu kadar saf bir korku denemesi yapılmış ve ilk defa gerçekten bir korku örneği islam kıyamet alametlerine sırtını dayamış bir senaryoyla karşımıza çıkmıştı. Çoğu insanın aksine ben "Dabbe" yi başarılı bir film olarak buldum. Her zaman söylüyorum, başarı (hele hele yeni oturan bir sektörde) en üst düzeylerde aranmamalı. "Dabbe" ile, bütçesine ve imkanlarına göre elindekinin en iyisini yapmıştı Karacadağ, ve bir korku örneği olarak tatmin edici bir çalışmaydı.
Karacadağ, kutsal kitapta bulunan 3 kıyamet alametine de ayrı ayrı filmler çekeceğeni söylemişti. Dabbe, Duhan ve son olarak Deccal.  "Dabbe 2", Duhan yeryüzüne indiğinde neler olacağını anlatıyor. Pardon, anlatmaya çalışıyor. Zira ne "Dabbe" kadar güçlü bir senaryosu, ne de serinin 2. ayağı olduğuna dair bir belirti taşıyor içinde.
"Dabbe 2" nin hikayesi kısaca şöyle : Karısını kaybetmiş bir adam ve yeni karısı Melis, adamın eski karısından olan kızı ve bir kaç arkadaşını almak için yola çıkmasıyla açılıyor filmimiz. İstanbul oldukça kasvetli, kara bulutlar sarmış her tarafı. Aslında bulut sandığımız şeyler Duhan'dan başka bir şey değil. Ve 5 kişinin bulunduğu eve, siyah duman saldırıları başlıyor ve bir buçuk saat süren hem bize, hem onlara işkence başlıyor.
Hatırlarsanız, "Dabbe" de iyi kurulmuş bir olay örgüsüyle karşı karşıyaydık. Bütçe sıkıntısı yüzünden çok iyi (tamam açık konuşayım, berbat) oyuncuları olmasa da en azından Dabbe'nin ne olduğunu, nasıl yayıldığını ve sonunda nasıl bir kaosa yol açtığını adım adım izlemiştik. Bu filmde Duhan'ın adı bile geçmiyor, benim bilmemin sebebi filme gitmeden önce ufak bir araştırma yapmış olmam. Neyin neden olduğu asla bilinmiyor. Sadece 5 kişinin birer birer katledilmesini izliyoruz film boyunca. Karacadağ, belki bu filminde o insanlar gibi hiç birşeyden haberdar olmamamızı istemiş olabilir ama maalesef sinemada böyle bir kurgu ve böyle bir senaryo anlayışı yok. Film sürekli bir sonuca varmaya çalışan, giriş ve gelişmeye sahip olmayan, eksik bir yapım.
Karacadağ'a ilk filminde iyi niyetli olduğu için hak vermiş ve "Dabbe" yi sevmiştim ya, şimdi "Dabbe 2" de gittikçe kötüleştiğini görünce şaşırdım açıkçası. "Dabbe" büyük eksiklerine rağmen 2. nin yanında oscarlık bir film gibi kalıyor.
Üstelik "Dabbe" yi izledim, 2. yide izlemeden olmaz mantığıyla hareket etseniz bile, filmin ilk ayağıyla gerçekten ufak bir alakası bile olmaması beni hayal kırıklığına uğrattı. Aslında çok güzel bir şekilde çekilebilecek bir filmken, konunun ve tüm iyi niyetin suistimal edildiğini görüyoruz filmde.
Saydığım bu kadar kötü özelliğin yanında "Dabbe 2" dünyaca bir ilke imza atması konusunda önemli bir konuma girebilir belki. Filmde kullanılan sesler, Karacadağ ve ekibi tarafından gece geç saatlerde, ıssız yerlerde, düşük frekansta kayıt yapan cihazlar tarafından kaydedilip dijital ortamda bizim duyabileceğimiz desibellere getirilmiş. Sonuçta dünya üzerinde bizim duyamayacağımız desibellerin olduğu bir gerçek (örneğin dünyanın dönerken çıkardığı sesi duyamamamız gibi). Bu açıdan bir ilki gerçekleştiren Karacadağ, bu teknik için patentini bile almış durumda. Umalım ki serinin son ayağı "Deccal" de, bu ilk denemesine fazla kafa yormadan, kafasını filmin senaryosu için çalıştırır da, sinemasının kötü bir yere doğru gittiğini düşünen bendenize okkalı bir cevap yapıştırmış olur. 
Hakkını vermek lazım, Hasan Karacadağ yine bir şeyler yapmaya çalışmış ve seyirciyi koltuğunda huzursuz etme konusunda hala başarılı. Özellikle İstanbul'daki kaosu gösteren sahneler, köprünün yıkılması gibi çalışmalar gayet başarılı olmuş. Ama artık Karacadağ'ın, 2 uzun metraj filmden sonra (ve bu filmlerin iyi gişe yaptığını da hatırlatmak gerek) daha ciddi ve daha başarılı işlere imza atması gerek. O film çektikçe ve gişe yaptıkça, ondan bir şeyler bekleyen seyirci sayısı da artıyor. Artık 3. uzun metrajını çekmiş bir yönetmende iyi niyet aramaktan çok profesyonellik aramak gerektiğini düşünüyorum. 
İlaç olsun diye "Dabbe" yi izleyeceğim şimdi. Karacadağ'nın sineması hakkında hala umutlu olmak istiyorum. Yapabileceğini ve güzel işler ortaya koyabileceğini "Dabbe" de ve "Semum" da gördük, "Dabbe 2" yi hiç olmamış, çekilmemiş bir film olarak saymaya çalışacağım.
Umarım "Dabbe 2", Karacadağ sineması için bir kıyamet alameti değildir...

Zombieland


"Shaun of the Dead"in Amerika şubesi...

 Bundan 5 sene önce "zombili romantik komedi" sloganıyla vizyona giren (Türkiye'de giremeyen) "Shaun of the Dead"in başarısının üstüne yatmak isteyen bir film gibi gözüküyor "Zombieland". Ama işin aslı öyle değil, iyi ki de değil. Tabii ki "Shaun of the Dead" kadar amatör ve bağımsız bir yapım değil. Üstüne bir hayli para harcanmış, Woody Harrelson'ı başrole oturtturmuş, son zamanlarda oldukça iyi işlere imza atan genç oyuncuları da arkasına alarak 90 dakikalık eğlenceli bir serüven yaratmış bize. Ama acaba "Zombieland" yapmak istediğini tam olarak yapabilmiş mi, bu yazıda onu inceleyeceğim.
Önce filmin konusundan bahsetmekte yarar var. Amerika, bir zombi salgınıyla karşı karşıyadır. Ülkenin neredeyse tamamı zombi olmuşken, kendini korumak için belli kurallar geliştirmiş olan Columbus (Jesse Eisenberg) hayatta kalmayı başarmıştır. Yolda karşılaştığı ve profesyonel bir zombi avcısı olan Tallahesse (Woody Harrelson) ile birlikte yolculuğuna devam eder. İkili ilk başta çok da iyi anlaşamasa da dostlukları pekişir. İki dolandırıcı kız kardeşin de ilk başta onları rehin alarak aralarına katılmasıyla birlikte yolculuk gittikçe eğlenceli ve ilginç bir hal almaya başlar. Columbus ile büyük kız kardeş Wichitta (Emma Stone) arasındaki cinsel gerilim, küçük kız kardeş Little Rock (Abigail Breslin)'ı tedirgin etmektedir. "Kimseye güvenme" kuralını hayat tarzı edinmiş 4 kişinin, insanlara güven duymayı öğrendikleri bu yolculuk onları asla tahmin etmeyecekleri kadar değiştirecektir...
Farkettiğiniz gibi karakterlerin belirli isimleri yok. Bunun sebebi birbirlerine güvenmemelerinden kaynaklanıyor. Columbus ve Tallahesse bildiğiniz üzere Amerika'daki iki eyaletin başkentlerinin isimleri. Kız kardeşlere de taktıkları Wichitta ve Little Rock, birinin "cadı kadar kurnaz" olmasından, diğerinin ise 11 yaşında olmasına rağmen oldukça güçlü olmasından kaynaklanıyor.
"Zombieland"i, "Shaun of the Dead" den ayıran en büyük fark, zombi filmlerini ti'ye almıyor oluşu belkide. "Zombieland" farklı bir havaya sahip bir zombi filmi olmaya çalışıyor. Ve açıkça söylemek gerekirse bunu çok iyi ve çok eğlenceli bir şekilde beceriyor. Woody Harrelson'ın oyunculuğu filmi her zaman dorukta tutan en büyük unsurlardan biri. Genç oyunculardan Abigail Breslin'i "Little Miss Sunshine"ın küçük şirin kız çocuğu olarak hatırlayanlar o karaktere elveda diyebilirler. Burada elinde tüfeklerle koşturan ve zombileri büyük soğukkanlılıkla katleden küçük bir çocuktan bahsediyoruz sonuçta. İşin komik kısmı ise Abigail Breslin'in filmi izlemek için yaşının tutmaması. Tamamen yetişkinlere yönelik vahşet içerikli sahneleri, argodan vazgeçmeyen diyalogları ve utangaç cinselliğiyle "Zombieland" herkese uyan bir film olmayabilir."Rocker" filminden hatırlayacağımız bas gitarist Emma Stone ise üstüne düşen görevi yapıp filmin "seksi kızı" oluyor. "Zombieland"in çılgın bakiri Jesse Eisenberg ile karşılıklı oynadıkları sahnelerde ikisinin de ne kadar çok gelecek vaat eden oyuncular olduğuna tanık oluyoruz. Bu 4'lüyü izlemek gerçekten keyifli.
İşin teknik kısmına gelirsek, komedi öğelerinin yanında biraz da duygusallık üstüne kurulmuş bir senaryoya sahip olmaya çalışmış "Zombieland". Ama karakterleri oturtmakta zorluk çeken senaryo yüzünden, filmin vermek istediği duygusallık asla içinize işlemeyen, yapay bir duygusallık olmaktan öteye maalesef gidemiyor."Shaun of the Dead" de tanık olduğumuz kusursuz senaryo ve göz kamaştıran yönetmenlikten burada pek fazla bulamıyorsunuz.
Film kesinlikle kötü bir film değil, ama kötü olmaması onu bir başyapıt yapmıyor. İzlenip, iyi vakit geçirebileceğiniz bir film "Zombieland". Ama baştan söylemeliyim ki, güçlü bir mideye ihtiyacınız olduğu kesin. Zira film vahşet sahneleri konusunda fazlasıyla cömert. Yine de ben herkese hala "Shaun of the Dead"i öneriyorum. Keyifli vakit geçirebileceğiniz bir film "Zombieland". Kimse bir "Shaun of the Dead" kadar başarılı bir zombi parodisi beklemesin. Tabii "Scary Movie" serisi kadar da basit bir komedi de...

Başka Dilde Aşk


Oh Yes!


Filmin bitiminde "İşte bu!" diye bağırmak istediğimle başlamak istiyorum bu yazıya. Filmden çıkalı 20 dakika falan oldu sanırım. Eve gelip direk bu yazıyı yazmaya başladım. Sebebi "yazayım da bitsin" dememden değil, kesinlikle bu yazıyı hala filmde yaşadığım duygular sistemimden atılmamışken yazabilme isteğimden. 
Film bir çok açıdan Türkiye için ilkleri temsil ediyor. Harikulade fikirleri ile de el attığı her konuyu derinine inmeden ve onunla hesaplaşmadan bırakamıyor. Mükemmel oyunculukluklar, kusursuz bir senaryo ve göz yaşartıcı derecede iyi bir yönetmenlik filmin bitmemesini istetiyor size. Filmin uzunluğunun kısalığından kaynaklanmıyor bu, zira gayet makul bir uzunlukla karşı karşıyayız. Ama o kadar içten, o kadar yürek burkan, kısacası o kadar sizden, bizden ve bendenki film, daha ne kadar sizi içine çekebilir, daha ne kadar suratınıza küçük bir gülümseme koydurabilir, daha ne kadar elinizdeki içeceği beyazperdeye fırlatacak kadar sinirlenmenize sebep olabilir diye merak ediyorsunuz. 
Filmin konusundan kısaca bahsetmem gerekirse; Zeynep (Saadet Işıl Aksoy), bir partide Onur (Mert Fırat) ile tanışır ve ondan çok hoşlanır. Onur'un sağır ve dilsiz olduğunu öğrenen Zeynep'in ilk tepkisi şu olur : "Oh be! Sonunda konuşamayan bir adam buldum!". Ama gelin görün ki bu işler o kadar kolay değildir. Tek gecelik ilişkileri uzar ve en sonunda birlikte olduklarını kabul ederler. Zeynep'in tepkisi artık "Hiç konuşmadan anlaşabilecek miyiz acaba?" olmuştur. Ama o kadar mutlulardır ki, aile sorunları, iş sorunları ve Onur'un engelinden dolayı sosyal hayatında çıkan sorunlar bir anda yok olur ve ikili aşkın büyüsüne kapılırlar. Kendi aralarında anlaşmayı, birbirlerini sevmeyi ve birbirlerini yaşamayı öğrenirler. Tabii ki her hikayenin bir kötü kahramanı vardır ya, burada bir sürü var aslında. En baştaki kötümüz Emre Karayel'in muhteşem bir sinir bozuculukla canlandırdığı Aras karakteri. Aras, Zeynep'in eski sevgilisi ve Zeynep'in ondan ayrıldığını bir türlü kabullenemiyor. Zeynep, Aras'ın sarkıntılıklarını Onur'dan saklayabileceğini düşünüyor veya en azından bilirse bir şey yapmayacağını. Ama bilmediği bir şey var ki, o da Onur'un sinirlendiğinde kendini kontrol edememe  sorununun ilerde başına türlü işler açacağı...
Hikayeyi anlatamamış gibi hissettim kendimi o yüzden ana hikayeyi bitirip durmaya karar verdim. Filmde o kadar fazla renk, o kadar fazla konu var ve bunlar o kadar güzel bir şekilde işleniyor ki, hepsini anlatmak istesem ne kadar uzun bir yazı olacağını tahmin edemiyorum. "Başka Dilde Aşk" politikaya da, aşka da, sorunlu insanlara da, aile ilişkilerine de, boşanmaya da, ölüme de, ayrılığa da, barışmaya da ve daha saymanın anlamsız olduğu bir sürü konuya da parmağını sokuyor, iyiki de sokuyor diyorum sadece.
Filmin yönetmenliğini, ülkemizde bir hayli zor rastlanan kadın yönetmenlerimizden biri, İlksen Başarır üstleniyor. Senaryosunu başrol oyuncusu Mert Fırat ile birlikte yazdıkları "Başka Dilde Aşk" ta filmi herşeyiyle üstlenen bu ikili ilerde çok güzel işlere imza atacaklarmış gibi geliyor bana.
Filmin müziklerinden de bahsetmek istiyorum biraz. Uğur Akyürek tarafından yapılan film müzikleri, kimi zaman alternatif rock'a, kimi zaman Yann Tiersen usulü piano tınılarına kayıyor. Hele bir de filme final yapan o muhteşem şarkı yok mu... Mor ve Ötesi'nden Ayıp Olmaz Mı? eşlik ediyor Onur ve Zeynep'e filmde. Böylesine "cuk" oturamaz bir şarkı diye düşünüyorum.
Film, engellilerin sorunlarını anlattığı gibi bize aslında onların hiç bir farkının, engelinin olmadığını da anlatmaya çalışıyor. En nihayetinde bu da bir aşk filmi. Ama adı üstünde, başka dilde bir aşk bu.
Filmin size en başta garip gelebilecek özelliklerinden biri altyazılı olarak vizyona girmiş olması olacaktır. Zira film sağır ve dilsizler de izleyebilsin, onlarada ufak bir jest olsun amacı da taşıdığından böyle bir şey yapılmış.
Filmin özelliklerini anlat anlat bitmeyecek sanırım. Ama kesinlikle tavsiye ediyorum ve Türk sinemasının başyapıtlarından biri olduğunu söylüyorum. Tabii ki eser miktarda izleyici çekecek bu film, o şüphesiz. Bizim ülkede sahip çıkılmaz böyle filmlere, biliyorsunuz. Recep İvedik'ler, Avanak Kuzenler gişe rekorları kırar, böylesine güzel filmleri eser miktarda kişi izler. Ama tabii bir ödül alalım bu filmlerle, bir başarı sağlayalım, hemen ne olur? "O bizim filmimiz, Türk filmi o!". İşte bu anlayış yüzünden her alanda kaybediyoruz maalesef. Bu filme de aynı muamele yapıldı. Kanada Film Festivali'nden ödülle döndükten sonra film vizyona sokulabildi anca. Yoksa filmin bir senelik bir geçmişi ve bu geçmiş içinde aldığı bir sürü ödül var...
İşte yine sinemamızın mükemmel bir örneğiyle karşı karşıyayız ama ne yazık ki böyle filmlerin değeri bilinmediği için anca senede bir - iki kere rastlıyoruz böyle yapımlara. Şanslıyız ki iki tanesi aynı hafta vizyona girdi, Vavien'de sinemamızı yarı yolda bırakmadı.
Mert Fırat ve İlksen Başarır ikilisinin yeni bir projeye başladıklarını ve projenin isminin şimdilik "Atlıkarınca" olduğunu söylemek bile beni heyecanlandırıyor. Türk sinemasının iki yeni dahisi, bakalım bu sefer nasıl bir işe imza atacaklar...

24 Aralık 2009 Perşembe

2012


Yılın en büyük hayal kırıklığı...

Ömrü boyunca felaket filmleri çekmeye and içmiş yönetmen Roland Emmerich’in fazlasıyla reklamı yapılan ve bu sayede tüm dünyanın ilgisini çekmeyi başarmış yeni filmi “2012”, 2 saat ve 38 dakikalık bir hayal kırıklığından başka bir şey değil. John Cusack’ın varlığı ve Woody Harrelson’ın göz kamaştıran oyunculuğu filmi bir an bile kurtarmaya yetmiyor. Peki neden böyle oldu, bu yazımda size bunu açıklamaya çalışacağım.
Emmerich’in diğer işlerine göz atmak istiyorum ilk önce. Hepimiz onu ilk büyük süksesi “Independence Day” ile hatırlıyoruz. 1996 senesinde vizyona giren filmi, 6 yaşımda sinemada izlediğimi hayal meyal hatırlıyorum zira filmin yarısında uyumuşum. Tabii yaşım dolayısıyla bu gayet normal ama bence Emmerich’in sinemasından ilerde de hiç hazzetmeyeceğimin küçük bir kanıtı gibi geliyor bu bana. “Independence Day” in yarattığı büyük etkinin üstünden 2 sene geçtikten sonra “Godzilla”yı yaptı Emmerich. Bu felaket filmleri furyasını 2004’te “The Day After Tomorrow”, 2008’de “10,000 BC” ve son olarak 2009’da “2012” kovaladı. Fakat bu süre içerisinde Emmerich sinemasını öyle kalıplar içine soktu ki, bu kendini tekrar etmesini sağladı. Artık seyirci çeken kalıpları, fikirleri sinemasının içine oturtturdu ve bir süre sonra tüm filmleri aynı olmaya başladı.
Gelelim “2012” ye. Bilmeyenler için konuyu tekrar etmekte yarar var. Tabii burada tekrar edeceğim filmin konusu değil, filmin dayandığı efsanenin konusudur. Zira filmin bir konuya sahip olduğunu söylemek gerçekten zor…
Mayaların yaptığı bir kehanete göre “2012” yılında dünya çok büyük bir felaketle karşılaşıp yok olma tehlikesi atlatacak. Bu kehanet her zaman yanlış anlaşılmış ve “Mayalar 2012’de dünya yok olacak demiş” olarak aktarılmıştır insanlara. İşin aslı, Mayalar dünyanın yok olma tehlikesiyle karşılaşacağını söylemişlerdir sadece. Filmde de göreceğiniz üzere Mayaların tahminlerine göre, yer kabuğu yok olmaya başlayacaktır ve büyük depremler, magmanın korkunç hareketleri sonucunda dünyanın bir bölümü (Mayaların tahminlerinde en fazla adı geçen yer Amerika’dır) yok olacaktır.
Filmin işlemeye çalıştığı ama bir türlü toparlayamadığı hikaye ise kısaca şu : Jackson Curtis (John Cusack) yazdığı kitabı tutmamış bir yazardır. Charlie Frost (Woody Harrelson) ile tanıştığında ona hayatını değiştirecek bir bilgi verir ve Mayaların kehanetini öğrenir. Şimdi Jackson eski eşini ve çocuklarını bu felaketten korumak için elinden geleni yapmalı ve güvenli bir yere gitmelidir. Bu arada devlet Çinlilere birkaç adet büyük ve korunaklı gemiler ürettirmiş ve felaket sırasında adı listede olan dünyanın önemli beyinlerini ve bu listeye girebilmek için para döken milyarderleri o gemiye alıp felaketten korumaktadır. Tabii ki Jackson’ın amacı ne pahasına olursa olsun bu gemiye ailesini ve kendisini bindirmekten başka bir şey değildir…
Biraz önce anlattığım hikaye filmin ana hikayesi ve insan filmi izledikten sonra “keşke bu kadarla kalsaymış” diyor. Gerçekten de öyle çünkü Jackson’ın yol boyunca hayatına giren insanlarla ve devletin komplolarıyla birlikte hikaye öylesine dallanıp budaklanıyor ki bir süre sonra takip etmek oldukça güçleşiyor. Bir yerinden yakalayıp takip ettiğinizde ise filmin aslında ne kadar anlamsızca yazılmış bir senaryoya sahip olduğunu fark ediyorsunuz ve işte hayal kırıklığı tam o noktada başlıyor. Dediğim gibi, film sadece Jackson üstüne kurulu olsaymış ve her şey onun gözünden anlatılsaymış film daha güzel bir akışa sahip olabilirmiş.
Filmin asla bir kenara atılmaması gereken iki özelliği var; birincisi özel efektleri, ikincisi ise Woody Harrelson’ın tadı damağınızda kalan oyunculuğu. Filmin özel efektleri için tamı tamına 200 milyon dolar harcanmış. Felaket sahneleri bu yüzden göz kamaştırıcı. Ama şöyle de düşünmek lazım, 200 milyon doları sinemadan azıcık anlayan birine verseniz, illa ki o imkanları bulup o sahneleri çekecektir. Emmerich’in kötü yönetmenliğini ne yazık ki bu da kurtarmıyor.
Woody Harrelson, filmde çok küçük fakat çok önemli bir role sahip. Maya kehanetine kafayı takmış ve bu konuda korsan radyo yayınları yapan Charlie Frost filmin en iyi yaratılmış karakterlerinden biri. Ama sanırım bunun en büyük sebebi Harrelson’ın oyunculuk anlayışı ve kağıt üstünde gördüğü karaktere bir şeyler katma becerisi.
“2012”, bir süre sonra bel dayadığı Maya kehaneti konusunu bir kenara atan, toplamda yarım saat süren özel efekt cümbüşünden gişe yapmaya çalışan ve izlenilebilir tek yanı Woody Harrelson’ın olduğu ilk yarım saati olan bir filmden başka bir şey değil. Ve tekrar söylüyorum ki, kesinlikle senenin en büyük hayal kırıklığı…

Vavien


 Basit bir adamın deneysel hikayesi

"Türk sineması sonunda oturduğunun sinyallerini vermeye başladı" dedim bu filmden çıkarken kendi kendime. İlk başta ne olduğu belirsiz bir sinema anlayışla açıldı "türk sineması" furyası. Sonradan tıpkı edebiyatta yaptığımız gibi batıya özenmeye başladık. Aynı kamera açılarından tutun da aynı jenerikleri bile kullandığımız bu dönemi nihayet geride bıraktık ve türk sineması kendine has özellikler kazanmaya başladı. Tabii ki bu başarıyı sayılı yönetmene ve sayılı filme borçluyuz. Hala ülkemizde Recep İvedik (ki Togan Gökbakar gibi "Gen" filmiyle hünerini konuşturmuş bir yönetmenin hala neden türk sinemasına küfür gibi filmler kazandırdığını asla anlamıyorum), Maskeli Beşler gibi filmler çeken yönetmenler ve bu filmlerin inatla gişe yapmasını sağlayan "köpük" izleyici kitlesi mevcut tabii, ama bilinçli sinema izleyicilerimiz de gittikçe artıyor. Türk sinemasının gelişimini de iki şeye borçluyuz zaten; birincisi bilinçli sinema izleyicilerimize, ikincisi ise korkusuz yönetmenlerimize.
Taylan Biraderler, daha ilk uzun metraj filmleri olan "Okul" dan beri ne kadar korkusuz olduklarını kanıtlamışlardı bize zaten. Hatırlarsanız "Okul" Türk topraklarının ilk adam akıllı korku filmiydi. Tabii şimdi baktığında herkes laf ediyor, yok efendim "ne leş filmmiş" yok işte "öyle makyaj mı olurmuş"... Bir bakın isterseniz o zamanın Türk sinemasına ve Türkiye'de o zamanlar sinema için harcanan paralara. Cem Yılmaz'ın bile bir film çekmek için yıllarca sponsor peşinde koştuğu zamanlardan bahsediyoruz. Kesinlikle Taylan Biraderler'in "Okul" da elde ettikleri başarı, zamanlarına ve imkanlarına göre olağanüstüydü.
Aslında Taylan Biraderler'in denemeleri, "Okul" dan, daha doğrusu beyazperdeden önceye de dayanıyor. 2000 yılında Cine 5 için çektikleri televizyon filmi "Yıldız Tepe" yi hatırlayanlarınız varsa ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır. Şu anın ünlü oyuncuları Ozan Güven ve Özge Özberk'in yanında, Ayla Algan ve Uğur Polat'lı muhteşem bir gerilime imza atmışlardı zamanında.
"Okul" un ardından çektikleri "Küçük Kıyamet" ile de çok büyük bir risk aldılar aslında. 1999 depreminin ardından 7 sene geçmişken ve hala kimi kesimin deprem en büyük korkusuyken, bir de Türk milletinin bu korkusunu kanlı canlı bir şekilde beyazperdeye taşımak büyük cesaretti. İlker Aksum'un unutulmaz performansı ve Doğu Yücel'in itinayla yazdığı senaryoyla akılda kalan "Küçük Kıyamet", tartışmasız topraklarımızdan çıkmış en iyi gerilim örneklerinden biriydi.
Taylan Biraderler'in işlerini ne zaman izlesem aklımdan geçen tek bir şey olur, o da bu iki hünerli kardeşin ne yapıp ne edip bir şekilde "Türk sineması" kavramını en iyi şekilde yansıtıyor oluşlarıdır. Herhangi bir kare, herhangi bir replik farketmez. Öyle buram buram Türkiye kokar ki o yakaladıkları bir an, derim ki işte bu "Türk sineması".
Gelelim "Vavien" e...  Demin bahsettiğim özelliği iliklerime kadar hissettiğim bir film oldu "Vavien". Filmin hikayesinden bahsetmek istiyorum eleştirilerime geçmeden önce.
Celal (Engin Günaydın), kendi halinde geçinip giden bir elektrikçi gibi gözükse de aslında öyle değildir. Karısı Sevilay'a (Binnur Kaya), Almanya'daki babasının gönderdiği paraları keşfeder ve parça parça harcar. Celal'in çok fazla borcu olduğundan, elektrikçilikle hiç bir borcunu ödeyemez. Bu yüzden paranın hepsine ihtiyacı vardır. Tamı tamına 75.000 Euro'ya. Ama bunun için karısının resimden çıkması gerekmektedir...
Celal'in hikayesi, büyük hayalleri olan, basit bir adamın hikayesi. Hayalleri o kadar bencil ve aslında bir bakıma o kadar yurdum insanının hayalleri ki, ona bir yakınlık hissetmekten kendinizi asla alamıyorsunuz. Bu yakınlık sizi korkutuyor tabii, zira karısını öldürme planları yapan bir adama yakınlık hissediyorsunuz sonuçta. Ama Engin Günaydın'ın muhteşem oyunculuğu ve Taylan Biraderler'in şaşırtıcı derecede kusursuz yönetmenliğiyle bu yakınlık film ilerledikçe parça parça kuruluyor.
Filmde artık Engin Günaydın'a yapışan (ve bu konuda gerçekten rahatsız olduğum) Burhan komedisini beklemeyin. Aynı şey Binnur Kaya içinde geçerli. İki tane çok değerli oyuncumuzun, böyle silik  ve gereksiz karakterlerle değil "Vavien" deki gibi karakterlerle anılmasıdır doğru olan. Ve ikisi de işlerini gayet iyi beceriyor ve sizi film boyunca ailelerinin bir parçası gibi hissettiriyorlar. Filmin bir diğer başarısı da Türk aile yapısını, yörenin insanlarını, davranışlarını ve bilinçaltlarını çok iyi tasfir etmesi olmuş bence.
Taylan Biraderler'in yönetmenliğinde bir "film-noir" havası hissediliyor. Çok nadir değişen kamera açıları filmin en büyük özelliklerinden biri. Fakat Taylan Biraderler değiştirmedikleri açıları öyle güzel yakalamışlar ki, sanki kamera bir milim kaysa o sahne aynı duyguyu vermeyecekmiş gibi geliyor insana. Arada sırada eski işlerine de göz kırparak ve onları alaya alarak gerilim türüne de gönderme yapıyorlar biraderler, ve bu da filmi tadından yenmez bir şahesere dönüştüren son küçük detay oluyor.
Filmin içindeki küçük yan hikayelerin hiç biri boşa gitmeyip, hepsi teker teker bağlanıyor. Örneğin Cemal'in oğlunun bir nevi mastürbasyon bağımlılığı ve babasının rakibinin kızıyla olan ilişkisi filmin küçük yan hikayelerinden biri. Bu arada söylemeden geçmeyeyim, filmde adı olmayan, Cemal'in oğlunun kız arkadaşını canlandıran Yeşeren çok iyi iş çıkarmış. Kendisini yüz yüze gördüğüm ilk anda tebrik edip, bir kaç gün filmden repliklere boğacağımı şimdiden buradan belirtmek istiyorum. Merhaba Yeşeren.
Açıkçası filmde beni hayal kırıklığına uğratan tek şey vardı, o da İlker Aksum'un çok az görünmesiydi. Çok sevdiğim bir oyuncudur kendisi, doğru düzgün iki laf ettiği bir sahne var filmde. Üstelik posterde adı sanki başrollerden biriymiş gibi büyük puntolarla yazılmıştı. Biraz gişe için harcanmış gibi geldi büyük oyuncu... Ama olsun. Onu da böylesine başarılı bir yapımda görmek güzeldi.
Türk sineması için biraz fazla deneysel bir çalışma "Vavien". Ancak zaten sinemamızın da böyle filmlere ihtiyacı var artık. Yavaş yavaş oturuyor gerçekten artık bu işler. Türk sineması kendi yerini, kendi üslübunu ve kendi gerçek yönetmenlerini bulmaya başlıyor. Bu sürece tanık olmak ise benim için fazlasıyla heyecanlı bir yolculuk...