Ya biz de uyursak?
Nasıl bir eleştiri yapabileceğimi bilmiyorum bu film hakkında. Cümleleri nasıl kuracağımı, kursam bile nasıl birleştirip de size içimden geçenleri anlatabileceğimi bilmiyorum. Uzun süredir bir filmin beni bu kadar etkilemediğini söylemem gerek sanırım en baştan. Salondan çıkalı daha 15 dakika bile olmadı ki bu yazıyı yazmaya başladım. Bir otobüs durağında, kafamdan geçenleri kimseye söyleyemeyeceğim ve patlamak üzere olduğum bir anda yazıyorum bu satırları. Bir Türk olmanın getirdiği tüm zaafları iliklerime kadar hissediyorum şu an. Atatürkçülüğümü, içimde bu kadar olduğunu tahmin etmediğim milliyetçiliğimi ve bana yapıştırmak istediğiniz her türlü etiketin baskısını tüm vücudumla hissediyorum.
Siyasete balıklama dalmadan önce filmden bahsetmek istiyorum biraz. Topraklarımızda çekilmiş ve en uzun hikayeye sahip olan film bu olmalı. 2 seneyi aşan bir “vizyona girme” macerasını daha birkaç hafta önce atlatan “Nefes”, tam da zamanında serildi gözlerimizin önüne belki de. Film, Karabal tepesinde bulunan bir röledeki 40 asker ve onlardan sorumlu olan yüzbaşının hikayesini anlatıyor. Birbirlerinden, silahlarından ve bayraklarından başka hiçbir şeyi olmayan bu askerler, “Doktor” lakaplı bir PKK teröristi ve onun komutasındaki PKK’lılarla savaş halinde buluyorlar kendilerini. Baştan söylemem gerekiyor ki, “Nefes” bir savaş filmi değil. Bu kadar düşük bir bütçeyle olamaz da zaten. Film, orada bulunan askerlerin baskı altındaki psikolojilerini gözler önüne seriyor. En sevdiği 2 silah arkadaşını kaybetmiş psikopat bir yüzbaşı ve onun komutasındaki her biri birbirinden farklı 40 askerin öyküsü o kadar dolu bir şekilde yansıyor ki perdeye, ne olduğunu anlamadan artık sizde onlardan biri oluveriyorsunuz 2 saatliğine. Filmin çekimleri öyle bir atmosferde gerçekleşmiş ki, sanki izlediğiniz her şeyi kendi gözlerinizle görüyorsunuz aslında. Oradasınız, çatışmanın tam ortasında kulağınızı bir mermi yalayıp geçiyor ve en yakın arkadaşınızın kafasına saplanıyor. Oradasınız, sevgilisinden ayrılan silah arkadaşınızın sırtını sıvazlıyorsunuz. Oradasınız, bu vatan için kanınızı dökmeye hazır ve korkusuz bir savaşçısınız.
Film, düşük bir tempoyla başlıyor. İlk 20 dakika boyunca yapılan teknik hatalardan ve hikaye çizgisinin bir türlü ortaya çıkmamasından dolayı kendinizi yabancı hissediyorsunuz. Sonra bir an geliyor ki, filmin içine giriyorsunuz. Ne zaman nasıl olduğunu tam çözemediğiniz bu anda, gözleriniz doluyor ve önünüzdeki bir buçuk saat boyunca kendinizi, ülkenizi ve yaşanılanları sorgulamaya başlıyorsunuz.
Önce, kendinizi onların yerine koymakla başlıyor bu sorgu. Sonrasında ise izlediğiniz tüm sahnelerin birer birer gerçek olduğu aklınıza geliyor ve tüyleriniz ürperiyor. Levent Semerci ve ekibi, uzun sürede imza atıyor bu başarıya. Her biri konservatuarlardan seçilen genç oyuncular, 2 ay boyunca farklı bölüklere gönderiliyorlar. Tıpkı filmdeki gibi, PKK’yı enselerinde hissedip o psikolojiye giriyorlar. Sonrasında çekimler başlıyor. Hakan Evrensel’in “Güneydoğu Hikayeleri” adlı kitabından uyarlama olan “Nefes” macerası başlıyor.
Senelerdir, TSK yüzünden vizyona giremeyen “Nefes”, tam da ortalık yeniden “Kürt Açılımı” saçmalığı ile çalkalanırken vizyonda yerini alıyor. Aynı zamanda 1 sene önce film festivalinde izleme şansı bulduğum ve olaya Kürtlerin açısından bakan “İki Dil Bir Bavul”’un da “Nefes” ile aynı zamanlarda vizyona girmesi bir tesadüf mü, yoksa planlı bir oyun mu diye merak ediyor insan.
“Kürt Açılımı” demekten nefret ederek, babamın deyimiyle “PKK Açılımı” demek istiyorum ben bu saçmalığa. Zira bizim savaştığımız Kürtler değil, PKK isimli bir terör örgütü. Yıllardır zaten aramızda yaşayan ve çoğu kısmı iyi bir şekilde yetişen, Türkiye’nin en önemli yerlerinde olan Kürtleri bu soruna katmak tamamıyla yanlış bir bakış açısı oluyor kanımca.
Filmi izlerken, “PKK açılımı olacak da ne olacak?” diyorsunuz içinizden. Zaten isteyen kürt asıllı insanlar aramızda yaşıyorlar, bu açılım saçmalığı da ne? Zaten bıçak sırtında yaşadığımız şu günlerde, bir de dağlardaki yüzlerce, binlerce kendi insanlarının kanını dökmekten başka bir şey yapmayan hergeleleri indirip de ne yapacağız? Deyimi gerçeğe dönüştürüp, bıçağı gerçekten tenimizde hissetmemiz mi gerek bu ülkede bir şeylerin anlaşılması için illa ki?
Peki ya başımızdaki dincilere ne demeli? Ülkeyi göz göre göre sattıkları yetmezmiş gibi, bir de “Kürdistan”dan başlayıp, American Express’le 12 taksite mi bölecekler vatanımızın topraklarını?
Hayır, yapamayacaklar.
Biz uyumazsak yapamayacaklar. Biz görmezden gelirsek belki yaparlar ama her seferinde burada olduğumuzu hatırlatmak ve sesimizi çıkartabildiğimiz kadar gür çıkartmak zorundayız. Biz rahat uyuyalım diye, aylarca gözlerini kırpmayan askerlerimizin hakkını verme zamanı geldi de geçiyor. Biz ölmeyelim diye bir an bile düşünmeden canını feda edenlerin kanlarını yerde bırakmamamız gerek artık. Bir an bile gözümüzü kırpmadan, onların silahlarını kuşandıkları gibi bizim de bilgilerimizi kuşanmamız gerek. Neden mi? Çünkü biz de uyursak herkes ölür!
“Nefes”, bir uyanış filmi. Daha önce görmediğiniz veya görmekten kaçındığınız gerçekler bünyeye kafein etkisi yapmakta. Muhteşem oyunculukları, sıradışı yönetmenliği ve can acıtan gerçekliğiyle yılın tartışmasız en iyi filmi. Stanley Kubrick’in savaş filmi şahaseri “Full Metal Jacket”dan buram buram etkilendiği belli olan Levent Semerci, her babayiğidin harcı olmayan bir iş çıkarıp, Kubrick sinemasının derinlerine inip, ondan yeni anlamlar çıkarmayı da biliyor.
Böyle filmler 5-10 yılda bir gelir. Bir de böyle bir filmin bizim topraklarımızdan çıkmış olması beni gerçekten gururlandırıyor. “Nefes”, neden sinema yapmak istediğimin tam anlamıyla cevabı ve bu cevabı bu kadar dolu bir şekilde almamsa filmin benim için en büyük başarısı.