12 Kasım 2009 Perşembe

Nefes


Ya biz de uyursak?

Nasıl bir eleştiri yapabileceğimi bilmiyorum bu film hakkında. Cümleleri nasıl kuracağımı, kursam bile nasıl birleştirip de size içimden geçenleri anlatabileceğimi bilmiyorum. Uzun süredir bir filmin beni bu kadar etkilemediğini söylemem gerek sanırım en baştan. Salondan çıkalı daha 15 dakika bile olmadı ki bu yazıyı yazmaya başladım. Bir otobüs durağında, kafamdan geçenleri kimseye söyleyemeyeceğim ve patlamak üzere olduğum bir anda yazıyorum bu satırları. Bir Türk olmanın getirdiği tüm zaafları iliklerime kadar hissediyorum şu an. Atatürkçülüğümü, içimde bu kadar olduğunu tahmin etmediğim milliyetçiliğimi ve bana yapıştırmak istediğiniz her türlü etiketin baskısını tüm vücudumla hissediyorum.
Siyasete balıklama dalmadan önce filmden bahsetmek istiyorum biraz. Topraklarımızda çekilmiş ve en uzun hikayeye sahip olan film bu olmalı. 2 seneyi aşan bir “vizyona girme” macerasını daha birkaç hafta önce atlatan “Nefes”, tam da zamanında serildi gözlerimizin önüne belki de. Film, Karabal tepesinde bulunan bir röledeki 40 asker ve onlardan sorumlu olan yüzbaşının hikayesini anlatıyor. Birbirlerinden, silahlarından ve bayraklarından başka hiçbir şeyi olmayan bu askerler, “Doktor” lakaplı bir PKK teröristi ve onun komutasındaki PKK’lılarla savaş halinde buluyorlar kendilerini. Baştan söylemem gerekiyor ki, “Nefes” bir savaş filmi değil. Bu kadar düşük bir bütçeyle olamaz da zaten. Film, orada bulunan askerlerin baskı altındaki psikolojilerini gözler önüne seriyor. En sevdiği 2 silah arkadaşını kaybetmiş psikopat bir yüzbaşı ve onun komutasındaki her biri birbirinden farklı 40 askerin öyküsü o kadar dolu bir şekilde yansıyor ki perdeye, ne olduğunu anlamadan artık sizde onlardan biri oluveriyorsunuz 2 saatliğine. Filmin çekimleri öyle bir atmosferde gerçekleşmiş ki, sanki izlediğiniz her şeyi kendi gözlerinizle görüyorsunuz aslında. Oradasınız, çatışmanın tam ortasında kulağınızı bir mermi yalayıp geçiyor ve en yakın arkadaşınızın kafasına saplanıyor. Oradasınız, sevgilisinden ayrılan silah arkadaşınızın sırtını sıvazlıyorsunuz. Oradasınız, bu vatan için kanınızı dökmeye hazır ve korkusuz bir savaşçısınız.
Film, düşük bir tempoyla başlıyor. İlk 20 dakika boyunca yapılan teknik hatalardan ve hikaye çizgisinin bir türlü ortaya çıkmamasından dolayı kendinizi yabancı hissediyorsunuz. Sonra bir an geliyor ki, filmin içine giriyorsunuz. Ne zaman nasıl olduğunu tam çözemediğiniz bu anda, gözleriniz doluyor ve önünüzdeki bir buçuk saat boyunca kendinizi, ülkenizi ve yaşanılanları sorgulamaya başlıyorsunuz.
Önce, kendinizi onların yerine koymakla başlıyor bu sorgu. Sonrasında ise izlediğiniz tüm sahnelerin birer birer gerçek olduğu aklınıza geliyor ve tüyleriniz ürperiyor. Levent Semerci ve ekibi, uzun sürede imza atıyor bu başarıya. Her biri konservatuarlardan seçilen genç oyuncular, 2 ay boyunca farklı bölüklere gönderiliyorlar. Tıpkı filmdeki gibi, PKK’yı enselerinde hissedip o psikolojiye giriyorlar. Sonrasında çekimler başlıyor. Hakan Evrensel’in “Güneydoğu Hikayeleri” adlı kitabından uyarlama olan “Nefes” macerası başlıyor.
Senelerdir, TSK yüzünden vizyona giremeyen “Nefes”, tam da ortalık yeniden “Kürt Açılımı” saçmalığı ile çalkalanırken vizyonda yerini alıyor. Aynı zamanda 1 sene önce film festivalinde izleme şansı bulduğum ve olaya Kürtlerin açısından bakan “İki Dil Bir Bavul”’un da “Nefes” ile aynı zamanlarda vizyona girmesi bir tesadüf mü, yoksa planlı bir oyun mu diye merak ediyor insan.
“Kürt Açılımı” demekten nefret ederek, babamın deyimiyle “PKK Açılımı” demek istiyorum ben bu saçmalığa. Zira bizim savaştığımız Kürtler değil, PKK isimli bir terör örgütü. Yıllardır zaten aramızda yaşayan ve çoğu kısmı iyi bir şekilde yetişen, Türkiye’nin en önemli yerlerinde olan Kürtleri bu soruna katmak tamamıyla yanlış bir bakış açısı oluyor kanımca.
Filmi izlerken, “PKK açılımı olacak da ne olacak?” diyorsunuz içinizden. Zaten isteyen kürt asıllı insanlar aramızda yaşıyorlar, bu açılım saçmalığı da ne? Zaten bıçak sırtında yaşadığımız şu günlerde, bir de dağlardaki yüzlerce, binlerce kendi insanlarının kanını dökmekten başka bir şey yapmayan hergeleleri indirip de ne yapacağız? Deyimi gerçeğe dönüştürüp, bıçağı gerçekten tenimizde hissetmemiz mi gerek bu ülkede bir şeylerin anlaşılması için illa ki?
Peki ya başımızdaki dincilere ne demeli? Ülkeyi göz göre göre sattıkları yetmezmiş gibi, bir de “Kürdistan”dan başlayıp, American Express’le 12 taksite mi bölecekler vatanımızın topraklarını?
Hayır, yapamayacaklar.
Biz uyumazsak yapamayacaklar. Biz görmezden gelirsek belki yaparlar ama her seferinde burada olduğumuzu hatırlatmak ve sesimizi çıkartabildiğimiz kadar gür çıkartmak zorundayız. Biz rahat uyuyalım diye, aylarca gözlerini kırpmayan askerlerimizin hakkını verme zamanı geldi de geçiyor. Biz ölmeyelim diye bir an bile düşünmeden canını feda edenlerin kanlarını yerde bırakmamamız gerek artık. Bir an bile gözümüzü kırpmadan, onların silahlarını kuşandıkları gibi bizim de bilgilerimizi kuşanmamız gerek. Neden mi? Çünkü biz de uyursak herkes ölür!
“Nefes”, bir uyanış filmi. Daha önce görmediğiniz veya görmekten kaçındığınız gerçekler bünyeye kafein etkisi yapmakta. Muhteşem oyunculukları, sıradışı yönetmenliği ve can acıtan gerçekliğiyle yılın tartışmasız en iyi filmi. Stanley Kubrick’in savaş filmi şahaseri “Full Metal Jacket”dan buram buram etkilendiği belli olan Levent Semerci, her babayiğidin harcı olmayan bir iş çıkarıp, Kubrick sinemasının derinlerine inip, ondan yeni anlamlar çıkarmayı da biliyor.
Böyle filmler 5-10 yılda bir gelir. Bir de böyle bir filmin bizim topraklarımızdan çıkmış olması beni gerçekten gururlandırıyor. “Nefes”, neden sinema yapmak istediğimin tam anlamıyla cevabı ve bu cevabı bu kadar dolu bir şekilde almamsa filmin benim için en büyük başarısı.


3 Kasım 2009 Salı

(500) Days of Summer


İzlediğiniz tüm romantik-komedi filmlerini unutun


Öncelikle söylemem gereken bir şey var; bu filmi kesinlikle hafife almayın! Ne bildiğiniz romantik-komedilere benzer ne de sizi ağlatmaktan başka bir işe yaramayan bir romantizm içerir içinde. İddia ediyorum ki bu film, şu ana kadar izlediğiniz hiçbir şeye benzemiyor.
Filmin oldukça basit olan konusundan bahsetmek istiyorum önce. Aslında tam da posterin üstünde yazdığı gibi; “Oğlan kızla tanışır. Ona aşık olur. Ama kız olmaz.”. Konumuz gerçekten de bundan ibaret. Aşk denen şeye fazlasıyla inanan ve bir gün hayalindeki kadını bulacağına dair büyük beklentileri olan esas oğlan Tom, işyerindeki sevimli Summer’ı gördüğü andan itibaren, onun hayallerindeki kadın olduğundan emindir. Zar zor başlayan ilişkileri hakkında o kadar çok umudu vardır ki Tom’un, Summer’ın düşüncelerini anlamaya vakit bile ayırmasına gerek yoktur. O hayalindeki kadını bulmuştur.
(500) Days of Summer’ın başarısının arkasında neler olduğunu anlamak güç değil. Öncelikle çok basit bir konuyu muhteşem bir şekilde anlatan senaryo ve yepyeni fikirlerle dolu bir yönetmenlik çalışmasının birleşimi olan bir film. Yan karakterlerin bile özenle yazıldığı ve tek bir diyalogun, tek bir karakterin bile göze batmadığı filmimiz her şeyi tam tadında veriyor bize. Ne bir eksiği var, ne de bir fazlası.
Yönetmen Marc Webb’in müzik alanında geniş çalışmaları, müzik videoları ve konser çekimleri olsa da, onun ilk uzun metraj filmi (500) Days of Summer ve ilk film olarak popüler sinema anlayışının fersah fersah ilerisinde. Müzik camiasından geldiğini film boyunca anlamamak elde olmuyor zaten. Müzik videosu tadında çekilmiş sahnelerle, Webb eski denemelerine göz kırpıyor. Hem de ne göz kırpmak…
Filmde kullanılan müzikler de göz kamaştırıcı. The Smiths, Wolfmother, Regina Spektor, Simon & Garfunkel ve daha bir çok sanatçı filmde şarkılarıyla bizimle birlikte oluyorlar. Şarkılar o kadar özenle seçilmiş ve o kadar güzel uyuyorlar ki sahnelere, bazen kendinizi uzun bir müzik videosu izlermiş gibi hissediyorsunuz.
Ve gelelim oyunculuklara… Başrollerimiz Joseph-Gordon Levitt ve Zooey Deschanel hepimizin alışık olduğu simalar aslında. Birini “3rd Rock from the Sun” dizisindeki Tommy rolünden diğerini ise “Yes Man”de Jim Carrey’nin sevgilisi rolünden hatırlayabiliriz. Haklarını vermek gerek, oldukça başarılı bir ilişki çıkarıyorlar. İkisinin arasındaki kimya, beyazperdede uzun süredir görmediğim bir büyü. Onlarla beraber mutlu oluyor, onların acısını paylaşıyor ve hatta bazen onların dostuymuş gibi taraf tutarken buluyorsunuz kendinizi. Bunun en önemli sebebi de tabii ki cana yakın oyunculukları.
Yan karakterlere gelirsek, en dikkat çeken karakterimiz “Criminal Minds”ın Reed’i Matthew Gray Gubler’in canlandırdığı Paul karakteri. İkinci yarıda kendisini pek göstermediğinden onu arıyorsunuz. Filmin komedi bakımından doruk noktalarını kendisi yaratıyor zira. Bir romantik-komedide, yan karakterin kendini bu kadar aratması da çok sık rastlayacağınız bir şey değil, emin olun.
(500) Days of Summer, başlangıcında uyarısını yapıyor. “Bu bir aşk hikayesi değil” diyor, “Bu aşkın hikayesi.”. O kadar doğru bir laf ki bu. Film, hepimizin yaşadıklarını bir potada eritip herkesin kendisinden mutlaka bir şeyler bulacağı bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Aşkı anlatıyor bize. Kimisi için bir arayış olan, kimisi içinse inanmaya bile değmeyen o duygunun hikayesi bu.
(500) Days of Summer hakkında yapabileceğim tek kötü eleştiri, filmin kısa sürmesi olabilir. Aslında bir romantik-komedi için gayet makul bir süreye (95 dakika) sahip olsa da, filmin tadı damağınızda kalıyor ve daha fazlasını istiyorsunuz.
2009’un kaçırılmaması gereken yapımlarından olduğunu düşünüyorum bu filmin. Sinemada yeni bir soluk arıyor veya deneysel sayılabilecek bir romantik-komedi filmi izlemek istiyorsanız mutlaka sinema salonunda yerinizi almalısınız. Hatta vazgeçtim, hiçbir şey aramanıza veya istemenize gerek yok. Bazı filmler vardır ya, izlenmesi gerekir, bu da öyle bir film işte.
 

1 Kasım 2009 Pazar

Kanal-İ-Zasyon



Hedef doğru, yol yanlış...


"Kanal-İ-Zasyon" gibi bir filmin yapım aşamasında olduğunu duyunca açıkçası çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım. Türk televizyonculuk anlayışından nefret eden biri olarak, gerçekten sonunda duygularıma tercüman olacak bir film gelecek diye heyecanlanmıştım daha çok. Projenin başındaki ismin daha önce "Gen" ve "Musallat" filmlerinde hünerlerini göstermiş olan Alper Mestçi olduğunu ve başrolünün de Okan Bayülgen gibi on parmağında on marifet bir insan olduğunu duyunca da heyecanım büyük bir beklentiye dönüşmüştü. Film vizyona girmeden önce o kadar çok beklenti doldu ki içimde, salona oturup da filmi izlemeye başladığımda birer birer suya düşeceklerini hiç mi hiç tahmin etmiyordum.
Film, sancılı bir dönem geçiren bir televizyon kanalının temizlikçisi olan İmdat'ın nasıl olupta kanalın en tepesine yükselen bir adam olduğunu anlatıyor. Bu hikaye sırasında, İmdat'ın zekasının ürünü olan televizyon programlarını da izliyoruz. Bu programlar şu an herkesin seve seve izlediği "Yemekteyiz", "Var Mısın Yok Musun" gibi yarışma programlarının parodileri olmaktan öteye gidemiyorlar. Film, söylemek istediğini bir türlü söyleyemeyen bir film olmaktan öteye gidemiyor zaten. Problem de işte tam burada doğuyor.
Film, bir senaryo taslağı gibi geldi bana nedense. Ortada anlatılmak istenen bir hikaye ve buna bağlı gelişmesi planlanan hicivler söz konusu. Ama ne anlatılmak istenen hikaye bir türlü seyircinin ilgisini çekebiliyor, ne de yapılan hicivler yerini bulabiliyor. Bu da filmi tam bir karmaşanın içine sokuyor bir süre sonra. Bir yandan İmdat'ın, diğer yandan onu aşağı çekmeye çalışanların hikayesini izlerken, hikayelerin tam orta yerinde karşımıza çıkan televizyon programlarının parodileri tüm hikaye akışının tam anlamıyla içine ediyor ve karşımızda savunmasız, neresinden tutsanız bir şeye benzemeyecek bir film bırakıyor.
Kabul etmem gereken bir şey var ki, o da bir kaç esprinin tam yerini bulduğu. Oldukça zeki esprilere de sahip olan filmimiz, birden bire (eğer öyle bir kavram varsa) "Recep İvedik Komedisi" yapmaya kalkışınca, tüm ipler kopuyor maalesef.
Kanal-İ-Zasyon, hedefini doğru seçmiş ama kendine gidecek bir yol bulamamış bir film. Bir doğru yolda, bir yanlış yolda seyrederken, izleyenin tüm ilgisi kopuyor filmden. Hikaye akışı bir yana, senaryo bir yana derken kendinizi sadece Okan Bayülgen'in muhteşem oyunculuğuyla avutmaya karar veriyorsunuz.
Okan Bayülgen bu filmde gerçekten oyunculuğun doruklarında seyrediyor. Onunla beraber oynadığı rolü yaşıyorsunuz. Filmin kadrosu, filmin başarısızlığıyla tamamen ters orantılı nedense. Hakan Yılmaz, Erol Günaydın, Rasim Öztekin gibi ustalar yine döktürüyor. Filmi izleten tek şey zaten oyunculuklar olmuş.
Filmden beklediğim çok şey vardı oysa. Sırf yarışma programlarınla değil, dizilerle, filmlerle de dalga geçmesini beklerdim. Lakin kendisi ilerde bu konuda yapılacak çok güzel bir filmin dalga konusu olacak sanıyorum. Daha doğrusu umuyorum mu demem gerekirdi?
Kanal-İ-Zasyon boş bir vaktinizde izleyebileceğiniz fakat kesinlikle ciddiye almamanız ve beklentiler içine girmemeniz gereken bir film. Gitmeden önce eğer izlemediyseniz, fragmanı kesinlikle izlemeyin. Bütün güzel espriler fragmanda olduğundan, hevesiniz daha da kursağınızda kalıyor. Çok güzel bir konuyu böylesine heba eden Alper Mestçi ve ekibi için söyleyecek çok fazla söz yok. Korku filmlerinde iyiydi kendisi, komediye hiç bulaşmasaymış keşke...