22 Ekim 2009 Perşembe

Dexter - 4x04 - Dex Takes a Holiday


Dex geri döndü!

Dexter müdavimleri için oldukça sıradışı bir sezon dördüncü sezon. Geçtiğimiz sezonlarda neredeyse her bölümde Dexter'ın bir cinayetine tanık olabiliyorduk fakat artık işler değişti. O artık bir aile babası. Uykusuz, dikkatsiz ve bir o kadar da kaygılı. Geçtiğimiz sezonlarda Dexter'ın zekice planlanmış cinayetlerini izlerken, şimdi ise onu daha çok arkasını toplamaya çalışırken izliyoruz. 
Dördüncü sezonun yeni bölümünde ise Dexter eski günlerine geri dönüyor. Rita, bir arkadaşının düğünü için çocuklarla birlikte şehir dışına çıkmak zorunda kaldığında, Dexter ailesini katledip bunu bir hırsızın üstüne yıkan meslektaşı Zoey'nin peşine düşüyor.İki soğuk kanlı katilin çekişmeleri bölümün doruk noktalarından...
Trinity katilini bulmak için şehre geri dönen Lundy ve Dex'in ablası Debra arasındaki cinsel gerilim ise bu bölümde bir nihayete ersede, ikisinin sonu pek de iyi olacak gibi gözükmüyor...
Açıkçası, Zoey'nin kalıcı bir karakter olması sağlanabilirdi, en azından bir kaç bölümlük. Fakat tahmin edebileceğiniz gibi Dexter yine katil avını başarıyla gerçekleştiriyor.
Dexter, her sezonunda gittikçe daha çok güzelleşirken, Dexter'ın yakalanma ihtimali de gittikçe artıyor. Tüm sezon boyunca bu kadar dikkatsiz olursa yeniden onu çıkışı çok zor bir yolda görebilme ihtimalimiz yüksek. Debra ve Lundy'nin akıbeti ise ne yazık ki bir sonraki bölümde belli olmak üzere havada kalıyor. Yine de Dexter asla kendini taklit etmiyor ve elindeki konuları unutulmaz bir şekilde işlemeye devam ediyor... 

21 Ekim 2009 Çarşamba

30 Rock - 4x01 - Season 4


"Play it again Tina!"

Tina Fey'in dehasının bir ürünü olan "30 Rock", yayınlanmaya başladığı seneden beri "En İyi Komedi Dizisi" dalında, Emmy dahil bulduğu her ödülü silip süpürüyor. Hemde hakkıyla süpürüyor. Televizyonun tarihinin en sıradışı dizisi, sit-com kurallarının tamamen dışında kalan yaratıcılığıyla her hafta 20 dakika boyunca gözlerimizi kamaştırıyor.
"30 Rock", uzun bir aradan sonra 4. sezonuyla tekrar aramızda. Jack Donaghy ve Liz Lemon'ın garip maceraları devam ediyor. Alec Baldwin, Jack Donaghy rolüne her sene biraz daha otururcasına davet ediyor bizi 4.sezona. Öylesine reddedilemeyecek bir teklif ki bu, hızlı bir şekilde tekrar kendinizi NBC binasının içinde buluyorsunuz. Tina Fey yine yapacağını yapıyor ve sezonun ilk bölümünü, "30 Rock"'ın unutulmazları arasına katmayı beceriyor.
Yeni sezonun ilk bölümünde TGS büyük bir sorunla karşı karşıya. Jack, onlardan şova yeni bir aktör katmalarını istiyor. Tabii ki bunu duyan Jenna ve Tracy kovulacaklarını zannedip, olayı iyice sarpa sardırıyorlar. Öte yandan, NBC rehberlerinin mesai saatlerinde aldıkları paraları keserek, kendine "bonus" yapan Jack, azimli rehberimiz Kenneth tarafından suçüstü yakalanıyor. Kenneth, paralarını istediklerini ve alamadıkları takdirde grev yapacaklarını söylüyor. Jack ve Kenneth arasındaki çekişme zaten sezonlardır devam ettiğinden, tahmin edebileceğiniz gibi grev başlıyor...
Özellikle Jack ve Kenneth'in sahneleri bölümün doruk noktalarıyken, Tracy'nin salaklığına yine doyulmuyor. TGS'in bir önceki sezondan beri belli olmayan akıbeti ise ayrı bir konu. Herkes şovu kurtarmak için bir şeyler yapmakta, ama neyin başarılı olup, neyin olmadığı asla bilinmiyor. Acaba TGS yayında kalmayı başarabilecek mi, yoksa Liz Lemon kendine yeni bir iş bulmak zorunda mı kalacak?
Bu ve bunun gibi soruların yanıtlarını sezon devam ettikçe öğreneceğimizi bilerekten çok kurcalamak istemiyorum aslında. Ama kesinlikle söylemem gereken bir şey var ki; Tina Fey ve ekibi geri döndü, hem de tüm ihtişamlarıyla!


Two and a Half Men - 7x05 - For the Sake of the Child


Jon Cryer ve Charlie Sheen'den unutulmayacak bir performans...


Yedinci sezonuna hem Jon Cryer'ın aldığı Emmy ödülü ile, hem de muhteşem bir ilk 5 bölümle giriş yapan "Two and a Half Men", yeni sezonun kesinlikle en başarılı komedilerinden biri. Hatta biraz daha abartırsam, "Two and a Half Men"'in en iyi sezonunda olduğunu söyleyebilirim.
Peki ne oldu "Two and a Half Men"'e? Ne değişti yedi sezon içinde? Şöyle bir geriye dönüş yapalım mı, ne dersiniz?
Öncelikle diziyi daha iyi kılan unsurun artık "Half Men"'in, daha doğrusu ilk sezonda cücük kadar olan Jake'in büyümesi bence kuşkusuz. O büyüdükçe dizi de büyüdü, olgunlaştı bir bakıma. Çok toy yerlerden aldığımız karakterler, 7 sene içinde o kadar başarılı bir şekilde geliştiler ki, dizi her sezonunda gittikçe daha çok oturur oldu. Artık, - her ne kadar Charlie ve Alan hala garipsese de- Jake'inde kızlar konusunda korkusuzca konuştuğunu, yıllardır yaşadığı amcasının evinde dönenlere sonunda anlam vermeye başladığını görüyoruz. Jake, artık şirin bir çocuk değil, hem Alan hem de Charlie için ufak bir tehlike. Kartlarını iyi oynamayı da biliyor üstelik. 2 bölüm önce Charlie'ye savurduğu tehditlerle, yılların kazanovasını nasıl iki büklüm edebildiğini gördük.
Charlie'de artık eskisi gibi hovarda değil üstelik. Artık "boobielicious" diye çağırmayı sevdiği bir nişanlısı ve yavaş yavaş düzene giren bir hayatı var.  Her ne kadar sezonun ilk bölümünde nişanlısını aldatmaya meyilli olsa da, yapabileceği yerde gönlünün el vermediğini de biliyoruz.
Alan'a gelince... Alan dizinin asla büyümeyen tek karakteri sanırım. İlk sezondan beri aynı espri anlayışı, aynı salaklık ve aynı kılıbıklıkla ilerleyen Alan karakteri, bazen Charlie'ye hak verdirecek kadar sinir bozucu olabiliyor. Tabii ki bunu Jon Cryer'ın muhteşem oyunculuğuna borçluyuz.
Yeni bölüme gelecek olursak; Çok klasik bir "Two and a Half Men" senaryosu olmasına rağmen, yeni sezonda beni en çok güldüren bölümlerden biri oldu. Bölümün konusunu kısaca özet geçmek gerekirse; Alan  ve Charlie sürekli kavga ederek Jake'i deli etmektedir. Bir süre boyunca buna katlanan Jake, onu sınıfındaki kız arkadaşlarının önünde kavga ederek rezil ettiklerinden sonra tüm sakinliğini kaybederek annesinin yanına temelli olarak taşınır ve ikiliye bir daha geri dönmeyeceğini söyler. Alan ve Charlie sorunun ne olduğunu çözmeye çalışırken, aslında problemin kendilerinden kaynaklandığının farkına varırlar. İşte şimdi eğlence başlıyordur çünkü Jake'i eve getirmenin tek yolu, ikilinin aralarını düzeltmek için bir yol bulmasıdır.
Yukarıdaki senaryoyu okuduktan sonra tahmin edebileceğiniz gibi bu bölüm daha çok Charlie Sheen ve Jon Cryer'ın skeçleri üzerine kurulu bir bölüm. Ama ne skeçler... Uzun süredir bir dizinin beni bu kadar güldürdüğünü hatırlamıyorum. Özellikle Alan'ın, Charlie ile arasını düzeltmek için bir "çift terapisi" kitabıyla yanına gelip beraber test çözdükleri sahne "Two and a Half Men" tarihinin en komik sahnelerinden biri olabilir.
"Two and a Half Men", Jake'in ergenlik problemlerinden, Alan'ın herşeyi eline gözüne bulaştırmasından ve Charlie'nin artık sakin bir hayata geçmeye çalışırken, kardeşinin sürekli hayatına bir sorun çıkarmasından dem vurarak, ortaya çok iyi bir komedi çıkarıyor. Bu arada, dizinin tam sonunda çıkan ve dizinin yapımcısı  ve yaratıcısı Chuck Lorre'a ait olan küçük dipnotları da yakalayıp okumanızı öneririm. Televizyon dünyasının acımasızlığına küfreden küçük denemeler olarak alabileceğimiz bu yazılar, gerçekten okunmaya değer bir üslüpta yazılmış.





20 Ekim 2009 Salı

How I Met Your Mother - 5x05 - Duel Citizenship

How I Met Your Mother kendine geldi

Sezon başlangıcını saymazsak, son 3 bölümdür oldukça vasat bir şekilde ilerleyen dizi, sezonun beşinci bölümüyle eski günlerini aratmayacak kadar güzel bir şekilde geri döndü. 
Hala bir Amerikan vatandaşı olmadığı için ülkeden gönderilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Robin, Amerikan vatandaşı olmaya karar veriyor fakat aynı zamanda çok sevdiği ülkesi Kanada'yı da bir türlü bırakamıyor. Barney, her ne kadar Kanada'lı olmanın anlamsız olduğunu söylese ve onu ikna etmeye çalışsa da, Robin yine de vazgeçemiyor. Diğer taraftan Ted ve Marshall, gençlik yıllarında çok sevdikleri bir pizzacının kapanmak üzere olduğu haberini alınca, eskiden yaptıkları gibi Chicago'ya arabayla uyumadan gidip, son kez o pizzayı yemeye karar veriyorlar. Ancak artık iki arkadaş olarak geziye çıkamayacaklarını anlıyorlar, çünkü Marshall, Lilly'de yanında getirmek zorunda kalıyor...
Amerikan halkına oldukça ince dokundurmalar yapılıyor bu bölümde. Robin ve Barney'nin vatandaşlık sınavına çalışma sahnelerindeki espriler gerçekten muhteşem. Ted ve Marshall arasındaki büyük gerginliği izlerken de Lilly'ye karşı ufacık bir nefret duyuyorsunuz. Onların eski günlerini izlemek o kadar eğlenceli ki, Lilly ne zaman aralarından çekilecek diye merakla bekliyorsunuz. Öte yandan Lilly'nin arabadaki hallerinden, kadınların uzun yolculuklardaki sorunlarına oldukça başarılı dokunuşlar yapıyor dizi. 
Bu sefer gerçekten üzerinde çalışılmış, son 3 bölüm gibi yavan olmayan bir senaryo ile karşı karşıyayız. Ayrıca bölüm karakterlerimizin gelişimi ve dostlukları açısından da oldukça önemli bir yer teşkil ediyor. Dizinin bu sezon hep bu başarıda devam etmesini dilemekten başka bir diyeceğim yoktur artık. Biz onları böyle sevmiştik aslında... 

Sertab Erener & Demir Demirkan - Painted on Water

Jazz, Alaturka ve topraklarımızdaki ilk "Supergroup"

Bir kaç gün önce D&R'da geziyordum. Yanımda sadece yol param olmasına rağmen, "bir gün benim olacak" diyerekten beğendiğim albümleri inceliyor, yeni keşfettiklerimi de aklıma not ediyordum. Derken karşıma bir albüm çıktı. Daha önce adını sanını bile duymadığım bir çalışmaydı bu. "Sertab Erener & Demir Demirkan" yazıyordu albümün üstünde. İlk gördüğümde o kadar heyecanlandım ki, daha albümün ne olduğunu bile anlamadan kasaya doğru bir adım attım. Tahmin edebileceğiniz gibi attığım adımı geri almak zorunda kaldım zira yanımda albüme verecek kadar para yoktu.  Albümü incelemeye koyuldum bende...
İlk dikkatimi çeken albümün prodüktörü Jay Newland oldu. Jay Newland, severekten dinlediğimiz neredeyse tüm Jazz müzisyenlerinin prodüktörüdür. Norah Jones, Diana Krall, Herbie Hancock gibi sanatçıların prodüktörlüğünü yapmış bu şahsiyet, aynı zamanda Elvis Presley'nin daha önce ortaya çıkmamış şarkılarını keşfedip toparlaması ve piyasaya sürmesi ile de ünlüdür. 3 kez Norah Jones ile birlikte "Yılın Albümü" ödülünü ve 2 kez de diğer çalışmaları ile aynı Grammy ödülünü de evine götürmüştür.
Tahmin edebileceğiniz gibi heyecanım gittikçe artıyordu. Jay Newland'ı rahat bırakmaya karar verdikten sonra gözlerim albümün orkestrasına doğru kaydı. Birazdan okuyacaklarınız için hazırlıklı olmanızı tavsiye ediyorum, zira bir daha topraklarımızda böylesine bir "supergroup"un çıkacağından oldukça şüpheliyim.
Albümün gitarlarını Demir Demirkan, Al Di Meola ve Mike Stern çalmışlar. Evet, yanlış duymadınız; Al Di Meola! Dünyaca ünlü bir jazz gitaristi olan ve albümleri tüm dünyada milyonlarca satan Al Di Meola'nın topraklarımıza girmesi bile başlı başına heyecan vericiyken, bir de albüm yapmış! Konuk sanatçı falan da değil ha, bildiğiniz tüm albümde baştan sona çalıyor. Hem de ne çalmak...
Mike Stern'inde ondan aşağı kalır bir yanı yok ki. Senelerce Miles Davis'in şarkılarına, büyülü gitar tınılarıyla dokunan Stern, bu albümde de yine unutulmaz bir iş çıkarmış.
Gelelim davullara. Davul setinin başında Dave Weckl oturuyor. Evet, Dave Weckl. Hani şu ülkemize geldiğinde biletleri  yok satan ve dünyanın en ünlü davul duayenlerinden Dave Weckl. Onun hakkında konuşmaya başlasam, yazı fazlasıyla uzar diye korkuyor ve sadece ismini söylemenin bile yeterli olduğunu düşünüyorum: Dave Weckl.
Bas gitarın başında ise iki bas virtüözü Juan Garcia-Herreros ve Kai Eckhardt var. İkisi de zamanında Victor Wooten, Stanley Clarke gibi bas duayenlerinden işlerini öğrenmiş ve onlarla beraber çalmış bas gitaristler. Özellikle Juan Garcia-Herreros, kendi yapımı olan 6 telli kontürbasıyla, bas gitaristlerin dünyasına yeni bir soluk getirmesiyle ünlüdür.
Pianonun başında oturan isim ise Alan Pasqua. Kendisi zamanında Bob Dylan, Whitesnake, Rod Stewart gibi isimlerin arkasında piano çalmış bir isim. Halen Carlos Santana'nın arkasında çalan Pasqua, Jazz pianosunun dünya üzerindeki sayılı virtüözlerinden biri.
Çelloda ise Evanesence, Trans-Siberian Orchestra, Pearl Jam, Alex Scolnick, The Who, Coldplay, Bon Jovi, Fall Out Boy ve Sinead O Connor gibi isimlerle çalışan Dave Eggar var.
Anlayacağınız üzere karşımızda gayet dolu bir albüm var. Albümün hikayesi de bir değişik üstelik. Tam tamına 14 şarkıdan oluşan albümün her bir şarkısı Türkiye'nin bir yöresini temsil ediyor. Zaten şarkılarda, yöresel türkülerimizin jazz, fusion tınılarıyla yeniden yapılandırılmış halleri. Ayrıca albümün ismini aldığı Ebru sanatı, konserlerde sahne şovu olarak kullanılıyor ve her konsere ayrı bir Ebru sanatçısı çıkarılıp, parçalar çalınırken içinden geçenleri Ebru sanatıyla ifade etmesi de arkaplanda izleniyor. 
Albümün ilk tanıtım konserleri kültür başkenti olan Brüksel'de yapıldı. Bundan sonra ise yaklaşık 10 konserlik bir Amerika turnesi yapılacak olduğu albümün internet sitesinde belirtilmiş.
Albüm Los Angeles'da kaydedilmiş ve türkülerin sözleri daha önce Madonna, Celine Dion, Vanessa Williams gibi isimlerin şarkı sözü yazarlığını yapmış olan Phil Galdston tarafından İngilizce'ye çevrilmiş.
Albüm gerçekten değişik bir albüm. Kimi şarkılarda Alternatif-Rock tınıları bile hissediliyor. Ama genelde Jazz sounduna sahip olan albüm oldukça sıcak,yavaş ve akıcı olarak ilerliyor. 
Albümde yorumlanmış türkülerimiz arasında, Yemen Türküsü(Nothing But to Pray), Ah Bir Ataş Ver(Painted on Water), Çökertme Zeybeği(Before the Night), Çanakkale Türküsü(Love We Made) gibi çalışmalar bulunuyor. Ayrıca Demir Demirkan tarafından icra edilen enstrümantal çalışmalar ve albüm için Al Di Meola'nın yazdığı "Blue" isimli şarkı da albümün içinde bulunanlardan.
Eğer türü seviyorsanız gerçekten harika bir çalışma olmuş. Türkiye'nin daha güzel bir tanıtımını düşünemiyorum sanırım. Albüm kesinlikle dört dörtlük ve türünün topraklarımızdaki tek örneği. Kanımca, uzun yıllar boyunca bir daha böyle bir albüm dinleme şansına erişemeyeceğiz buralarda. O yüzden, albümü dinlemenizi tavsiye ediyor ve Amerika turnelerinden sonra bir ara buralarada uğramalarını umut ediyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Shantel - Planet Paprika


Balkanlardan bu sefer sıcak hava dalgası geldi...
Ülkemizin müdavimlerinden olan ve çok da sevilen Shantel, uzun süre hayatımızı meşgul eden "Disko Partizani" albümünden 2 yıl sonra, yeni albümü "Planet Paprika" ile müzik marketlerde yerini almış bulunuyor efendim. Ben de çok severim kendisini. Şöyle dünya gözüyle izlemek bir türlü nasip olmadı ama (her ne kadar Türk sanatçılardan daha fazla konser verdiğine inansam da), "Disko Partizani" zamanlarından önce de "Bucovina Club" albümlerini döne döne dinlediğimi hatırlarım.
Tabii ki yeni bir albüm mevzu bahis olunca, bana da albümü alıp dinlemek düştü. Bu noktada "eminim almışsındır torrent manyağı senii!!" dediğinizi duyar gibi oldum ve albümü gidip parayı basaraktan aldığımı iftiharla açıklamam gerektiğini düşünüyorum. Zira internet ortamında hiç bir şekilde bulunamayan albümün herhangi bir torrentine veya rapidshare bağlantısına rastlarsanız, bilin ki karşınızda fake bir download duruyor. Artık Shantel nasıl yapmış, nasıl etmişse başarılı bir koruma sistemi uygulamış olmalı ki albümüne, kimi albümler daha piyasaya çıkmadan aylar önce bilgisayarlarımızda çalınmaktan yalama olurken, kendisinin albümü bir türlü bulunamıyor.
Açıkça söylemek gerekirse, bir albüme gidip para vermek benim için o kadar da kolay bir hadise değildi. Lakin Shantel'in kötü bir iş çıkarmadığına o kadar emindim ki, cebimden çıkan her kuruşun hakkını vereceğine o kadar emindim ki, bir an bile üzülmedim parayı güler yüzlü kasiyere doğru uzatırken.  
Albümden bahsedecek olursak, "Disko Partizani"'yi bir an bile aratmayan, hatta kimi noktalarda bir önceki başarısını katlayan bir Shantel ile karşı karşıyayız. Her ne kadar albümün çıkış şarkısı olan "Citizen of Planet Paprika", bir önceki albümdeki "Disco Boy" ile aynı melodiye sahip olsa da, benim de tek korkum olan "kendini tekrar etme olasılığı" bu albümde bir an bile söz konusu olmuyor.
Shantel, Türkiye'de geçirdiği zamanlarda uzun uzun müzik külliyatımızı karıştırmış olmalı ki, yıllardır dilimize pelesenk olmuş şarkıları da farklı bir şekilde yorumlamış yeni albümünde. Örneğin albümün 3. şarkısı olan "Eyes of Mine", fasıl masalarının vazgeçilmezi "Ada Sahillerinde Bekliyorum"'un değişik bir Shantel versiyonu. Aynı şekilde albümün 10. şarkısı olan "Binaz in Dub", isminden de kendini ele verdiği üzere, Ciguli ile hayatımıza girmiş "Binnaz" şarkısının ta kendisi olmakta.
Shantel, albümlerinde her zaman güçlü bir şekilde estirdiği Balkan rüzgarlarını, bu seferde başarıyla estirmiş, hatta insanın üstünde "rüzgara karşı koşma" isteği yaratmıştır. Zira bir hava durumu klişesi olan "balkanlardan gelen soğuk hava dalgası" terimini, oldukça sıcak ve içten bir rüzgara çevirerek gönlümde yine, yeniden taht kurmuştur.
Shantel'in yeni albümü yine bir hitler cümbüşü olmuş. Belki de "Disko Partizani"'den daha hoş şarkılar barındırıyor içinde. Her Shantel albümü gibi, bu da dinlendikçe anlam kazanan ve kendinizi yavaşça alıştırdığınız bir sıcaklıkta. Shantel ile alakası olanlar ve takipçiler, zaten albümü çoktan dinlemişlerdir. Ama yeni başlayanlardansanız veya tek bildiğiniz şarkı "Disko Partizani"'den ibaretse, "Planet Paprika" hem Shantel'in müziğine güzel bir giriş olabilir, hem de "Disko Partizani'den başka neler de varmış bakalım?" diyip Shantel külliyatını karıştırmanıza yol açabilir. Şiddetle tavsiye etmekte ve Shantel'in eski işlerine de, hazır kendisi arayı fazla açmadan muhteşem bir şekilde dönmüşken, bir göz atmanızı önermekteyim.
Ve son olarak;

"Some say that i come from Russia, some say that i come from Africa,
But i'm so exotic and so erotic cause i come from the Planet Paprika!"
 



18 Ekim 2009 Pazar

Karanlıktakiler




bir Çağan Irmak harikası...
Çağan Irmak'ın "Issız Adam"'dan sonra gelen yeni filmi "Karanlıktakiler"'in haberlerini duyduğumdan beri, filmi izlemek için sabırsızlanıyordum. Beklentilerim her ne kadar yüksek olsa da, Çağan Irmak asla beklentilerimi boşa çıkarmamış bir yönetmendi nasıl olsa. Bu yüzden beklentilerimi istediğim kadar yükseltebilirdim.
Film vizyona girdi fakat ben 2 saatlik bir boş zaman bile bulamadığımdan, filmin oynadığı sinemaların önünden posterine bakaraktan geçmek zorunda kaldım. En sonunda vakit geldi, bir cuma günü öğlen saatlerinde, Atlas Sineması'nın koltuklarına kuruldum filmi izlemek için. Aradan 2 hafta geçmişti vizyona gireli ve ben film hakkında oldukça fazla şey duymuştum. Ama tüm bildiklerimi unutmaya karar verdim "Coco avant Chanel" filminin fragmanını izlerken. Tüm bildiklerimi unutacak ve Çağan Irmak'ın hayat dolu karelerinde kendimi 100 dakika boyunca kaybedecektim.
Filmin daha ilk 5 dakikasından anladım ne ile karşılaşacağımı. Çağan Irmak'ın ta kendisiydi izleyeceğim. Onun zekasını, yeteneğini ve Türk Sineması'na kattığı yeni soluğu iliklerimde hissedecektim dakikalar boyunca. Bir "Issız Adam" veya bir "Babam ve Oğlum" değildi izleyeceğim. Bir "Mustafa Hakkında Herşey"'di, bir "Bana Şans Dile'"ydi Çağan Irmak sinemasının dilinde.
Çağan Irmak'ın iki türlü film çektiğini düşünmekteyim ve bu düşüncem uzun süredir de değişmedi. "Issız Adam", "Babam ve Oğlum" gibi Çağan Irmak dehasının içinde yoğrulmuş popüler sinema örnekleri birinci türü teşkil ed iyor bu düşüncemde. "Mustafa Hakkında Herşey", "Bana Şans Dile" gibi yapımlarda ise Çağan Irmak'ın sınırları zorlamasına, kendi sinemasını yaratmasına şahit oluyor ve onun zekasının ve kadrajının içinde etkili bir yolculuğa çıkıyoruz hep beraber.
"Karanlıktakiler"'den bahsetmeye nereden başlamam gerektiğini düşünüyordum yazının başından beri; Sanırım buldum. Çağan Irmak'ın kurduğu 2 dünyadan bahsetmeliyim sanırım. Biri kendi evi olsa da başrolümüz Egemen'in (Erdem Akakçe) cehennemi aslında. Akıl hastası annesine bakmak, onun için bir işkence halinde çoğu zaman. Fakat filmin başından beri gördüğümüz, aralarındaki o derin bağ, bu cehennemden vazgeçmeye de korkutuyor Egemen'i. Bir diğer tarafta çalıştığı prodüksiyon şirketi var. O onun cenneti. Orada herşey istediği gibi. Platonik bir aşk beslediği patronu (Derya Alabora), az da olsa ona para kazandıran bir işi ve üstüne atlayıp gezmeyi sevdiği bir motoru var. Annesinin dırdırından uzakta, onun hastalığını umursamadan yaşıyor kendi cennetinde. Tam da istediği gibi...
Fakat bir tarafta artık hastalığına dayanamadığı annesi, diğer tarafta ise artık aşkını daha fazla saklayamadığı patronu olduğundan, işler çok geçmeden sarpa alıyor.
"Karanlıktakiler", Meral Çetinkaya'nın muhteşem performansıyla göz dolduruyor. Bir deli rolünün bu kadar ustaca altından kalkabilmesi gerçekten takdire şayan. Erdem Akakçe ve Derya Alabora arasındaki, bir türlü tutturamadığınız kimya ise filmin en güzel noktası aslında. Gerçekten tutmuyor zira bu kimya. Egemen'in bu aşktan vazgeçmesi için her türlü dileği tutuyorsunuz içinden film boyunca.
Her Çağan Irmak filminde olduğu gibi, filmin bir doruk noktası var. En etkileyici sahne, yine tam da beklediğiniz yerde vuruyor sizi. Ama nasıl bir vuruş o öyle... 
Bu sefer uzatmamış Çağan Irmak filmini. Tam bitmesi gerektiği yerde bitmiş. Kimseyi ağlatma kaygısı taşımadan, en anlamlı yerde bitmesi, filmin en güzel yanlarından biri olmuş belki de. 100 dakikalık derin bir iç kararmasından sonra, yüzünüzde buruk bir gülümseme ile ayrılıyorsunuz sinema salonundan.
"Karanlıktakiler", Çağan Irmak sinemasının doruk noktalarından biri ve kesinlikle kaçırılmaması gerek. Yönetmenin sağduyulu yaklaşımıyla etkili bir "içsel serüven", daha da önemlisi gerçekle gerçek dışının (belki de masalın) çarpıştığı "özel" dünyasıyla sinemamızı zenginleştirecek bir çaba olarak akıllarda yer etmeyi hak eden bir çalışma. Çağan Irmak’ın "sorunlu" karakterler üzerinden yürüyen sinemasının gittiği (gideceği) noktayı işaret etmesi açısından da önemli...