27 Mayıs 2010 Perşembe

Aşk Ölmez

Doğuş Üniversitesi Liselerarası Kısa Öykü Yarışması 1.lik ödülü almıştır efendim, buyursunlar...


İstiklal Caddesi’nde yürüyor, saat gecenin bilmem kaçı… Aniden üstüne çullanan tinerciler önce cüzdanını istiyorlar ondan, vermiyor. Telefonunu istiyorlar, onlara vermek yerine telefonu uzak bir yere fırlatıp, attığı yeri işaret ederek istiyorlarsa gidip almalarını emrediyor. Karnına bir bıçağın girmesiyle vücudu kasılıyor aniden. Bıçağın içinde yavaşça döndüğünü hissediyor. Tinercilerin kaçmasıyla yere yığılıyor. İstiklal Caddesi bomboş, ona yardım edecek kimse yok. Kan kaybı…

“Beyefendi!”
Ambulansın sesi duyuluyor. Tinerci çocuklar haber vermiş olmalı ama artık çok geç. Her şeyin bitmesine saniyeler kaldı…

“Beyefendi, buyurun kahveniz.”

Kendisine kim bilir kaç dakikadır “beyefendi” diye yüksek sesle bağıran kasiyer kızın ona doğru uzattığı kahve geldi gözünün önüne aniden. Karton bardağı tutarken, kızın eline değen elini yavaşça çekerek kahvesini aldı, teşekkür etti ve oradan acelesi varmış gibi görünmeden çıkmaya çalıştı. Kız ne düşünmüştü onun hakkında acaba? Karşısında aniden boş gözlerle ona bakan müşterisini görünce aklına gelen ilk şey ne olmuştu? Büyük ihtimalle müşterisinin, onun ölmeden önceki son dakikalarını gördüğünü düşünmemişti. Deli olduğunu ve akıl hastanesinden kaçıp kahve almaya geldiğini bile düşünebilirdi ama, onu ölüme götürecek bıçağı gördüğünü asla düşünemezdi.

Ona dokunmamak için o kadar da uğraşmıştı halbuki, ama nafile. Bir sabah daha başlamıştı ölümle. Başkasının son çığlıklarıyla. Onun bunu durdurmak için hiçbir şey yapamamasıyla. Bu, onun lanetiydi. Bazıları buna bir yetenek veya bir güç diyebilirdi ama onun için bir lanetti. İnsanlara ilk dokunuşunda ölmeden önceki son dakikalarını görmek bir yetenek veya bir güç olamazdı.

İşyerine varmıştı. Kapıdaki güvenlik görevlisi onu fark etmedi.
Kalp krizi.

Genel müdür yardımcısı dün gece içkiyi yine fazla kaçırmış olmalıydı. Her an kusacakmış gibi tuvalete koşuyordu.
Alkol koması.

Ve tabii ki olmazsa olmaz çaycıları yine masalardan boş bardakları topluyordu.
Trafik kazası.

Masasına oturduğunda en azından bu sabahı sadece bir ölümle atlattığına sevindi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra bilgisayarını açtı. Bilgisayar açılır açılmaz bir uyarı sesi ona yeni bir e-posta geldiğini bildirdi. Okuduklarına göre, bölüm müdürü tatile çıktığı için başlarına geçici bir görevli atanmıştı. Saat 9’da yeni müdürle bir toplantı yapılacaktı. Saatine baktı. Toplantı tam iki dakika sonra başlayacaktı. Yerinden hızla kalkarak, onun masasına iki dakikadan daha uzak bir mesafede bulunan toplantı odasına doğru koşmaya başladı. Kapıyı çalmayı unutup içeri girdiğinde, masasının arkasında ayağa kalkmış bir şekilde konuşma yapan kadın sustu. Geçici müdür o olmalıydı.

“Toplantıya hoş geldiniz” dedi kadın alaycı bir ses tonuyla. “Ben yeni müdürünüz, Selma. Sizin adınız neydi?”

Kadının ona uzattığı eli sıkmak istemiyordu. Bir müdürden çok, bir mankene benzeyen yeni müdürleri ile daha ilk günden takışmak istemediğinden elini yavaşça kaldırıp, kadının elini sıktı.
Araba hızla otoyolda ilerliyor. İçerisi oldukça karanlık, adamın yüzü çok fazla seçilmiyor ama sinirli olduğu belli. Müdür, arabayı süren adamla hararetli bir tartışma içerisinde. “Sen delisin” diye bağırıyor. “İndir beni”. Adam inatla daha fazla gaza basıyor. Radyodan düşük sesli cızırtılar geliyor. Müdür, büyük bir bandajla sarılmış eline bakarken adamın kararlı sesini duyuyor. “Bu olmak zorunda” diyor adam, “Artık geri dönüş yok.”Birdenbire arabanın ön camı tuzla buz oluyor. Adamın suratına patlayarak açılan hava yastığı, müdürün tarafında açılmıyor. Arabanın sürüklenmesi sona erdiğinde sıcak asfalt üstünde yatıyor müdür. Gözleri kapanmadan önce adamın suratını görüyor. O adam…

“Benim” dedi gözlerinin önünden aniden yok olan görüntüyü tamamlamak istercesine.

“Pardon?”

“Şey… Benim adım Fuat. Bilgi işlem bölümünün başındayım.”

“Pekala Fuat Bey, bugün biraz dalgınsınız galiba? Buyurun sizde oturun, başlayalım”

Terliyordu. Durmadan terliyordu. O kadınla, o arabada ne işi vardı? Konuşmalarına bakılırsa kadını ölüme kendi elleriyle götürüyordu. Nasıl birini öldürebilirdi ki, kimdi bu kadın? Üstelik kullandığı arabayı hayatında hiç görmemişti. Kendi arabasına hiç benzemiyordu, yepyeniydi. İnsanların nasıl öleceklerini görmeye alışmıştı ama, birisini öldüreceğini görmek çok farklıydı. Kafasından binlerce düşünce geçiyordu. Kadına neler olacağını söylemeliydi. Ama nasıl yapabilirdi ki bunu? Onu öldüreceğini nasıl söyleyebilirdi? Kadının kaçması gerekiyordu. Hem de hemen gitmesi gerekiyordu buralardan.

“Toplantı bitmiştir arkadaşlar, hepinize iyi çalışmalar.”

Herkesin odadan çıkmasını bekledikten sonra kadının masasının önünde doğru yürüdü. Ne söyleyeceğini gerçekten bilmiyordu.

“Selma Hanım…”

“Buyurun?”

“Sizinle biraz konuşabilir miyiz… Özel.”

“Çok isterdim Fuat Bey ama şu an gerçekten işim başımdan aşkın. İş çıkışına kadar bekleyemez mi?”

“Tabii…” dedi. “Bekleyebilir.”

Bekleyemezdi, ama belli ki beklemek zorundaydı. Biraz önce gördüklerini, yanan demir kokusunun, kadının sarılı elini ve sıcak asfaltta yatan vücudunu gözlerinin önünden silmeye çalıştı. İşine odaklanmalıydı. Akşam olana kadar uğraşacak bir şeyler bulmalıydı.

Bilgisayar kullanmayı asla öğrenemeyen sekreteri ona uğraşacak işler vermekte gecikmedi. Bir cümle yazarken bile bilgisayarı çökertebilecek kadar yetenekli olan bu kadını en yakın zamanda işten atmalıydı. Böyle şeyleri asla beceremezdi. Birini işten atmak, kalbini kırmak… Belki de o yüzden bu kadar uzun süre yanında çalışmasına izin vermişti. Kimseye zarar veremeyen bu adamın kalkıp birini öldüreceği gerçeği onu dehşete düşürdü. Sürekli yeni hatalar veren bilgisayarın başında ter dökerken odaklandığı şey işi değildi, olamazdı. Bilgisayarın ekranından yansıyan suratına arada sırada göz ucuyla bakıyor ve kendisinden utanıyordu.

Saat akşam 5’e yaklaşıyor, ofis gittikçe boşalıyordu. Müdürle yüzleşmesine çok az kalmıştı. Biraz heyecanlı, biraz da tedirgindi. Doğduğundan beri onunla birlikte olan bir laneti, daha yeni tanıştığı bir kadına nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Ofiste kendisinden ve müdüründen başka kimse kalmayınca onun odasına doğru tedirgin adımlarla yürümeye başladı. Kapısını çaldı.

“Ah, Fuat” dedi kadın onu görünce. “Bak ne diyeceğim. Sabahtan beri bu işlerle uğraşmaktan su bile içemedim. Buraya yakın güzel bir yer biliyorum. Yemek yerken konuşsak?”

“Aslında o kadar da uzun bir şey değil söyleyeceğim…” diyecek oldu ama müdürü onu durdurdu.

“Ya gel güzel bir yemek yiyelim işte! Hem sizleri de tanımak istiyorum zaten.”

“Pekala” dedi başka şansı olmadığını anlayınca. İşyerinin karşısında, daha önce bir kere bile görmediği bir restorana oturup, daha önce hiç adını bile duymadığı yemeklerin olduğu menüden, daha önce hiç yemediği bir yemek söyledi.

“Ee ne konuşmak istiyordun benimle? Anlat bakalım.”

“Ben… Nasıl anlatacağımı bilmiyorum aslında…”

“Çekinmene gerek yok” dedi gülümseyerek. İşyerindeki dominant havasından eser yoktu. “Bana her şeyi anlatabilirsin.”

Ne demesi gerekiyordu ki?

“Bir gün seni öldüreceğim.”

Hayır, böyle olmazdı.

“Bir araba kazasında öleceksin.”

Hayır, hayır…

Düşünceleri kadının güçlü çığlığıyla bölündü aniden. Herkes dönüp onların oturduğu masaya baktı.

“Dikkat etsenize ya!” dedi müdürü kanlar boşalan elini tutarak. “Ne biçim garsonsunuz siz!”
Müdür, büyük bir bandajla sarılmış eline bakarken adamın kararlı sesini duyuyor…

Garson binlerce özür diliyordu ama tabii ki dilediği özürler elindeki tepsiden düşürdüğü bardağın kan içinde bıraktığı elin iyileşmesini sağlamıyordu. Büyük bir cam parçası eline saplanmıştı kadının.

“İyi misin?” diye sordu Fuat endişeyle.

“Sence?” dedi kadın ona sinirle bakarak.

Kimin çağırdığı belli olmayan ambulansın içinden çıkan sağlık görevlileri onu profesyonelce ambulansa taşıdılar. Ambulansın arkasına onunla birlikte binen Fuat, orada olup olmaması gerektiğini kestiremiyordu.

“Bu arabamın anahtarı” dedi kadın acı dolu suratıyla ona bakarak. “İşyerinin otoparkından al, hastaneye gel. Ehliyetin var değil mi?”
Araba hızla otoyolda ilerliyor…

“Var…”

Şoförden hangi hastaneye gittiklerini öğrendikten sonra işyerinin otoparkına doğru koştu. O arabaya binmemeliydi. Ama binmezse nasıl açıklardı neden onu hastaneden alamadığını. Arabasının markasını bile bilmiyordu. Otoparkın ortasında durup, elindeki anahtarın üstündeki açma tuşuna bastı. Otoparkın arkalarından, lüks bir arabadan açıldığına dair uyarı sesi geldi. Arabaya doğru koştu ve çabucak içine oturdu. Bu o arabaydı, gördüğü araba. Anahtarı kontağa soktu ama çevirmedi. Düşünmesi gerekiyordu. Vakti var mıydı? Bunu engellemek için yapabileceği bir şey var mıydı? Belki birkaç saat sonra, bu arabayla öyle büyük bir kaza yapacaktı ki. Artık kadına onu öldüreceğini ve kaçması gerektiğini söylemesi bir şeyi değiştirmezdi. Onu öldürmeliydi. Laneti ona bunu emrediyordu. Arabayı çalıştırıp hastaneye doğru sürmeye başladı. Düşünmek istemiyordu artık. Düşünecek bir şey yoktu. Hastanenin kapısında onu elinde büyük bir bandajla bekliyordu kadın.

“Beceriksiz herif” dedi sinirli sinirli. “Bir daha asla orada yemek yemeyeceğim.”

Cevap vermedi. Nereye süreceğini bilmiyordu. Kadının bir şey söylemesini bekliyordu, ama onun yaptığı tek şey garsona küfürler saydırmaktı. Otoyolu yarıladıklarında aklına geldi eve gidiyor olduğu.

“Nereye gidiyorsun sen? Ulus’ta oturuyorum ben”

“Gideriz…”

“Bu yoldan Ulus’a gitmeyi nasıl planlıyorsun acaba?”

“Gideceğim işte, sus iki saniye…”

“Ne diyorsun sen be?”

“Bu arabadan ikimizde inemeyeceğiz! Mutlu musun? Sana söylemek istediğim şey buydu!”
Adam inatla daha fazla gaza basıyor…

“Nasıl yani ya?!”

“Bak benim bir yeteneğim var tamam mı. İnsanların nasıl öleceğini onlara dokunduğumda görebiliyorum…”
Radyodan düşük sesli cızırtılar geliyor…

“Sen delisin!” diye bağırdı. “İndir beni!”

“Bu olmak zorunda” dedi repliğine iyi çalışmış bir oyuncu gibi. “Artık çok geç”

Arabanın kontrolünü birdenbire kaybetti. Her şey film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Camın kırılması, kadının hava yastığının açılmaması. Birdenbire her şey bitti. Her yer simsiyahtı. Saatler, aylar, belki de yıllar geçti. Gözlerini açtı sonunda. Çevresindekileri tam seçemiyordu ama iki kişi olduklarını anladı. Birinin üstünde beyaz bir önlük vardı.

“Günaydın” dedi uyandığını görünce. “Adınızı hatırlıyor musunuz?”

“Fuat…” dedi zar zor. “Neler oldu?”

“Bu kadının kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu diğer adam elindeki fotoğrafı göstererek. Kendisinin ve müdürünün bir fotoğrafıydı bu. Ama işin garip kısmı bunun bir düğün fotoğrafı olmasıydı.

“Benim kim olduğumu biliyor musun?” dedi beyaz önlüklü adam. “Ben senin doktorunum”

Hatırlamıyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. O kadının gelinliğin içinde ne işi vardı? Ve ne zaman evlenmişlerdi… Bilmiyordu.

“Yanımda Selma vardı… O nerede?”

“Yanınızda kimse yoktu Fuat Bey” dedi doktor. “5 yıl önce vardı, ama bugün yok.”

“Nasıl yani? Araba nerede? İşyerine gitmem gerekiyor…”

“Bu odadan çıkmayacaksınız Fuat Bey” dedi doktor. “Zaten hiç çıkmadınız.”

“Ne diyorsunuz siz? Dışarıdaydım ben… Birini öldürdüm!”

“Elinizi açın” dedi doktor. Onun dediğini yapmaktan başka bir şansı yoktu. Elini açtığında, çok fazla sıkılmaktan buruş buruş olmuş bir gazete kağıdı gördü. Bir 3. Sayfa haberiydi bu. Ölüm, dehşet ve aşk…
Düğünden sonra yoldan çıkan araba gelini öldürdü…

“Ben gidiyorum” dedi doktor gülümseyerek. “Birkaç saat sonra tekrar kahveni alacaksın, işyerine gideceksin ve müdürünü öldüreceksin. O yüzden, görüşmek üzere.”

Doktor odadan çıkarken gazete kağıdını tekrar eline aldı ve avucunu kapattı. Gözlerini kapattı, düşünmek istemiyordu. Üstüne bir ağırlık çöktü. Her yer yeniden simsiyah oldu. Uzaktan boğuk bir ses duyuyordu. Ses giderek netleşti…
“Beyefendi, buyurun kahveniz.”